23 Aralık 2011 Cuma

ARSLAN VE AV HAYVANLARI (MESNEVİDEN)



Hoş bir vâdide bulunan av hayvanları, arslan korkusundan huzursuzluk içinde idiler. Çünkü arslan, zaman zaman pusudan çıkıyor, hayvanlardan birini kapıyordu. Bu yüzden o vâdi, onların hoşuna gitmez bir yer olmuştu. Hayvanlar hileye baş vurdular. Arslanın yanına geldiler, ona dediler ki: ”Biz sana her gün, ne yiyecek isen, getirir, veririz seni doyururuz. Bundan sonra avlanmaya çıkma, pusuya yatıp, bir av peşine düşüp bizi ürkütme ve bu otlağı, bu vâdiyi bize zehir etme….” Arslan hayvanlara dedi ki: ”Sizden hile değil de vefâ görsem, dediğiniz doğru ama, ben şundan bundan çok hile gördüm, çok ağzım yandı. Ben insanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum. O yılanlar, o akrepler tarafından çok ısırılmışım. İçimde pusu kurmuş olan nefis ise, hilede, kin gütmede insanlardan fenâ, beter. Benim kulağım, ’Gerçek mü’min bir yılan deliğinden iki defa sokulmaz’ hadîsini işitti ve Peygamberin bu sözünü canla gönülle kabul etti. Hepsi de; ”Ey her şeyden haberi olan hakîm! Sakınmayı bırak, çünkü sakınmak, insanı kader hükmünden kurtaramaz.” dediler. Arslan dedi ki: ”Evet kader hükmüne uymak, Allah’a tevekkül etmek yol göstericidir, ama sebeplere baş vurmak da peygamberin sünnetidir. Hz. Peygamber yüksek sesle buyurmuştur ki: Devenin dizini tevekkül ile bağla…” ‘Çalışıp kazanan Allah’ın sevgilisidir’ hadîsini dinle, tevekkül edeceğim diye sebeplere sarılmakta tembellik etme.” Hayvanlar, arslana dediler ki :Rızık için çalışıp kazanmak halkın i’tikad inanç zayıflığındandır.İnsanların kazançları, hırsları miktarınca elde ettikleri riya lokmasıdır. Gökten yağmur yağdıran Allah’ın, rahmeti ile ekmek vermeğe de gücü yeter.” Arslan dedi ki: “Evet dediğiniz doğrudur. Fakat Allah, ayağımızın önüne de bir merdiven koymuştur. Dama basamak basamak çıkmak gerek. Burada cebrî olmak, her şeyi Hakk’tan bilmek, ham bir ümittir. Ayağın varken kendini nasıl topal edersin? Elin varken pençeni yapma gücünü nasıl gizlersin? Efendisi kölenin eline beli verince, söz söylemeden, efendinin ne dediği anlaşılır. Bele benzeyen el de, Hakk’ın bir işâretidir. Çalışmamız için bize verdiği bir emirdir. İşin sonunun düşünme gücümüz ise, onun sözleri, buyruklarıdır. Her şeyi çalışmamıza bir sebeptir.” Hayvanların hepsi de, arslana bağıra bağıra dediler ki:”Sebep tohumlarını eken o harîsler…. Yüz binlerce kadın ve erkek, sebeplere baş vurdukları halde, ne diye zamanın faydalarından birisini elde edemediler?
Dünya kurulalıdan beri, yüz binlerce devirler içinde, sayısız insanın ağzı ejderha gibi açıldı.
O akıllı ve bilgili insanlar, öyle hilelerle baş vurdular ki, hilelerinden dağla bile yerinden koptu.
Bunca tedbirlerine rağmen, gerek ava giden kişilerin, gerekse çeşitli işlerde hırsla çalışanların ellerine, ezelde verilen kısmetten başka bir şey geçmedi. Bütün bu uğraşan, didinen insanların hepsi de tedbirlerinden, çalışmalarından âciz kaldılar, bir şey elde edemediler, sonra da Allah’ın emri ve takdiri ne idi ise, o oldu. Ey tanınmış kişi, kazanmayı bir addan başka bir şey bilme, ey hilekâr, senin bu hileli çalışmalarını da, bir vehimden başka bir şey sanma.” Arslan: ”Evet.” dedi. ”Tevekkül doğrudur. Fakat bir de peygamberlerin ve müminlerin çalışmalarına bak. O mübârek insanlar, türlü cefâlar, mihnetler çektilerse de yılmadılar, Allah onların uğraşmalarını, didinmelerini boşa çıkarmadı. Onların tedbir ve çare aramaları, her zaman hoş ve latîf oldu; zâten güzelden ne gelirse güzeldir. Onların tuzakları, göklerin mânâ kuşunu yakaladı. Çalışmaları yardımı ile onlar, noksanlardan kurtuldular, tamamıyla kemâl mertebesi buldular. Ey mânâ yolunu isteklisi, ey Hakk âşıkı, gücün yettikçe peygamberlerle, velîlerin yolunda bulunmaya çalış. Arslan, bu çeşit bir çok deliller getirdi, O cebrîler, yâni av hayvanları, arslanın cevaplarını dinleyip kandılar. Tilki, ceylan, tavşan, çakal cebrîliği bıraktılar, dedikoduyu kestiler. Bu alış verişte ziyana düşmemek için, kükremiş arslanla anlaşmaya vardılar. Her günün payı zahmetsizce arslana gidecekti. Bu sûretle onun da başka bir isteği olmayacaktı. Her gün kur’a, hangi hayvana düşerse, o hayvan, pars gibi koşup, arslanın yanına gidecekti. Bu ölüm kadehi, bu kur’a döne dolaşa tavşana gelince, tavşan: ”Bu cefâ daha ne vakte kadar sürüp gidecek.” diye bağırdı. Hayvanlar dediler ki: ”Bunca zamandır, biz, ahdimize vefâda bulunduk, sözümüzde durduk, bu uğurda canlarımızı fedâ ettik. Ey inatçı tavşan, bizim adımızı kötüye çıkarma, haydi, çabuk yürü git, arslan incinmesin…” Tavşan; ”Dostlar, kızmayın, bana mühlet verin de hilemle, ona oyun oynayacağım, oyunla, sizde belâdan çıkın kurtulun.” dedi. “Mühlet verin de, hilemle canınız eman bulsun, bu can kurtaracak hilem, oğullarınıza miras kalsın, söylensin dursun.”
Hayvanlar, tavşana dediler ki: ”Bizim sözümüze kulak ver, tavşan olduğunu unutma, haddini aşma… Bu ne biçim lâf? Senden daha iyi, daha güçlü olanlar, bu sözü hatırlarına bile getirmediler. Sen, ya gurura kapıldın, yahut da başımıza gelecek bir kaza var. Yoksa böyle bir söz, senin gibi bir âcize, bir zavallıya nasıl yaraşır?” Tavşan; ”Dostlar” dedi. ”Bu sözleri bana Allah ilhâm etti. Bu yüzdendir ki, benim gibi âciz ve zavallı bir mahlûkta, kuvvetli bir fikir ve bir kurtuluş tedbiri hâsıl oldu. ”Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına öğrettiği hüner ve ma’rifet ne arslan da vardır, ne de yaban eşeğinde… Arı, taze balla dolu petekler yapar, Allah, o bilginin kapısını ona açmıştır.
Allah’ın ipek böceğine öğrettiği hüneri, hangi fil bilir? Ondan sonra hayvanlar; ”Ey çevik tavşan!” dediler. ”Aklında ne varsa ne düşünüyorsan onları söyle, ortaya koy. Sen cüssene bakmadan, bir arslan ile uğraşmaya kalkmışsın. Bu hususta aklına gelen tedbir ne ise, bize de söyle. Birbirinden fikir sormak, danışmak, ayıklık, uyanıklık verir, akıllar akla yardım eder.” Hz.Peygamber Efendimiz; ‘Ey tedbir sahibi kişi, bir kere de güvendiğin bir kimseye danış.’ diye buyurdu.”
Tavşan dedi ki: “Her sır açığa vurulmaz. İşin sonunun ne olacağını bilemezsin, bazen tek dediğin çift, bazen de çift dediğin tek olur.Aynanın saflığını berraklığını, yüzüne karşı söyleyecek olursan, ayna çabucak buğulanır, bulanır da bize göstermez. Şu üç şey hakkında dudağını az kımıldat: Fikrini, kanaatını, paranı, bir de mezhebini kimseye söyleme. Çünkü bu üç şeyin düşmanı çok olur. Düşman bunları bilince sana pusu kurar. Bir sırrı, iki kişiye söyledin mi artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan bütün sırlar, yayılır gider.” Tavşan gitmeyi bir zaman geciktirdi. Sonra kalkıp pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti. Tavşanın gecikmesinden ötürü, arslan kızgınlığından toprağı kazıyor, kükreyip duruyordu. Kendi kendine diyordu ki: ”Ben zâten o alçakların ahidleri hamdır, gevşektir, onlar sözlerinde durmazlar “ demiştim. Onların bir ağızdan bağrışıp ulumaları beni aldattı. Şu zaman beni ne vakte dek böyle aldatacak.” Arslan, öfkeli bir halde diyordu ki: ”Düşman kulağıma aldatıcı sözler söyledi de, benim gözümü bağladı. Cebrî olan o hayvanların hileleri beni bağladı. Onların sahte kılıçları bedenimi yaraladı. Bundan sonra ben, artık,onların riyâkâr sözlerini, aldatıcı bağrışmalarını dinlemem, o seslerin hepsi de şeytan sesleri, gülyabânî sesleri. Ey gönül durma onları parçala, postlarını yüz, zâten onlar posttan başka bir şey değildir.”
Öfkelenip duran, coşup köpüren arslan, tavşanın uzaktan gelmekte olduğunu gördü. Tavşan korkusuz ve küstahça koşuyordu. Öfkeli, asık suratlı idi, kızmış, aksileşmişti, Çünkü o, kırık dökük bir hale gelmek, suçlu gibi görünmek istemiyordu. Cesur ve korkusuz görünmekle, şüpheleri üzerinden atacaktı. Tavşan ilerleyip yaklaşınca, arslan ona: ”Ey soysuz!” diye haykırdı. “Ben ki, öküzleri parçalamış, erkek arslanların kulaklarını burmuş, onları yola getirmiş bir kahramanım. Senin gibi bir tavşan parçası kim oluyor ki, benim gibi bir arslanın emrini ayaklar altına atıyor.” Tavşan: ”Aman efendim” dedi. ”Lütfeder de bağışlarsan, bir sözüm var arz edeyim” Arslan dedi ki: ”Ey ahmakların anlayışsızı, basiretsizi, ne gibi özrün var? Pâdişahların huzuruna böyle mi; bu vakitte mi gelirler? Sen vakitsiz öten bir horozsun, senin başını kesmek gerekir. Zâten ahmağın özrü dinlenmeğe değmez ki… Ahmağın özrü, kabahatinden beterdir. Câhilin özrü ise, ilmin zehri mesâbesindedir. Ey tavşan senin özründe bilgi yok, bomboş. Ben tavşan değilim ki, böyle bilgisizce söylenmiş bir sözü kulağıma sokabileyim.” Tavşan ; ”Pâdişahım” dedi. ”Adam olmayanı, adam yerine koy. zulüm görmüş, canı yanmış birisinin de özrüne kulak ver. Hele yolunu şaşırmış bu zavallıyı, pâdişahlık makamının zekâtı, şükranı olarak kabul et, onu yolundan kovma. Bütün ırmaklara, arklara su veren, o büyük deniz bile çeri çöpü başının üstünde gezdirir. Bu keremi yüzünden denizden bir şey eksilmez, bu kereminden ötürü deniz, ne çoğalır, ne de azalır. Arslan ; ”Ben “ dedi. ”Keremi, iyiliği yerine göre yaparım, yerinde lütüfta bulunurum. Herkese boyuna göre elbise biçerim.” Tavşan dedi ki: ”Her ne kadar lütfa lâyık değilsem de, beni dinle. Zâten ben nehir ejderhasının önüne başımı koydum, ne yaparsan yap. Ben kuşluk vakti yola düşmüş, arkadaşımla beraber pâdişahımın huzuruna geliyordum.
Arkadaşlarım, senin için, benimle beraber başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişler, yollamışlardı. Yolda önümüze çıkan bir arslan, kulunuza ve huzurunuza gelmekte olan yol arkadaşıma saldırdı, her ikimizin de canına kast etti. Bize saldıran arslana dedim ki: ”Biz pâdişahlar pâdişahının kullarıyız, o kapının değersiz iki küçük kapı yoldaşlarıyız. Bize dokunma…” Fakat, o, hiddetlendi de dedi ki: ”Pâdişahlar pâdişahı dediğin de kim oluyor? Benim huzûrumda, öyle her adam olmayanın adını ağzına almaktan utan! Her ikiniz de, kapımdan döner giderseniz, hem seni, hem de pâdişahını paramparça ederim.” Ben de o arslana dedim ki: ”Bana izin ver de bir kere daha pâdişahımın yüzünü göreyim de, ona, senden haber vereyim.”
O arslan da bana; ’Yoldaşını, yanımda rehin bırak, yoksa inancıma göre sen, benim kurbanımsın.” dedi. Ona çok yalvardımsa da hiç fayda etmedi. Arkadaşımı rehin olarak aldı, beni yalnız bıraktı. Arkadaşım, letâfette, güzellikte ve semizlikte benim üç mislim idi.
Bundan sonra o arslan yüzünden o yol kapanmıştır. Bizim hâlimiz de arz ettiğim gibi oldu.
Bundan sonra,sana gönderilen günlük nafakadan ümidini kes, ben sana doğruyu söylüyorum, doğru ise acıdır. Eğer sana, günlük nafaka gerekse, yolu temizle, haydi gel de o korkusuz arslanı ortadan kaldır.” Arslan dedi ki: Haydi bakalım, bismillah, gidelim, O bahsettiğin arslan nerededir? Doğru söylüyorsan öne düş… Gidelim de onun cezasını vereyim, onun gibi yüzlercesinin de. Bu söylediklerin yalansa senin de hakkından gelirim.” Tavşan arslanı tuzağa düşürmek için kılavuz gibi önüne düştü. Önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yürümeğe başladı. Tavşan bu derin kuyuyu onun canına tuzak yapmıştı. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana su gibi, saman altında yürüyen bir tavşan. Kuyu yanına gelince, arslan, tavşanın geri kaldığını gördü. Ona dedi ki: ”Niçin ayak sürüyorsun? Geri kalma, öne düş.” Tavşan: ”Ayağım nerede? Korkudan bende el ayak kalmadı ki, canım tir tir titriyor. Yüreğim yerinden oynadı.” dedi. “Yüzümü görmüyor musun? Betim, benzim sapsarı. Zâten, rengim içimin ne hale geldiğini haber veriyor.” Arslan: ”Sen, şu hastalık sebeplerini bırak da, neden geri kaldın? Bana onu söyle, onu öğrenmek istiyorum.” dedi. Tavşan: ”O arslan” dedi. ”Bu kuyuda oturuyor. O, bu kalede, her türü âfetlerden emîndir.” Arslan dedi ki: ”Korkma, ileri gel. Benim açacağım yara onu kahreder. Bir bak bakalım o arslan orada mı? Tavşan: ”Ben o ateşten yanmışım, yaklaşamam.” Dedi. “Sen beni kucağına alırsan… Ey kerem madeni, ancak o zaman gözümü açar, kuyuya bakabilirim. ” Arslan tavşanı kolları arasına aldı O da arslanın himayesinde kuyuya kadar sokuldu. Kuyuya baktıkları zaman, su içinde, arslanın ve tavşanın hayâli göründü.
Arslan suda kendi aksini gördü, Kuyuda bir arslan, kucağında da semiz bir tavşan görünmekte idi. Arslan, düşmanını suda görünce, tavşanı bıraktı kuyuya atladı. Kazdığı kuyuya kendisi düştü. Yaptığı zulüm kendi başına geldi. Tavşan, kurtulduğuna sevinerek müjde vermek için hayvanların bulunduğu ovaya koştu. Arslanın kuyu içinde inleyerek öldüğünü gördüğü için tavşan, çayıra doğru koşarken, sevincinden oynuyor, çarh atıyordu. Ölümün elinden kurtulduğu için havada oynayan dal gibi, yaprak gibi raks ediyor, sallanıyor, el çırpıp duruyordu.
Durumu öğrenen bütün vahşî hayvanlar, güle oynaya, sevinerek, zevke dalıp coşarak, sıçrayıp oynamaya başladılar. Etrafında halka oldular. Tavşanı mum gibi ortaya aldılar. Karşısında saygı ile yerlere kapanıp dediler ki: “Sen gökten inmiş bir melek misin? Yoksa peri misin. Hayır hayır, ne meleksin ne de peri, sen erkek arslanların Azrâil’isin. Ne olursan ol, canımız sana kurban olsun, onu yendin, elin, kolun sağ olsun. Bir kere daha söyle, onu nasıl kandırdın, nasıl faka bastırdın? O zâlimi hangi hile ile kahrettin? Bir kere daha söyle de, hikâyen derdimize derman olsun, bir kere daha söyle de, can yaralarına merhem olsun.” Tavşan dedi ki: ”Ey büyük varlıklar, benim bu başarım, Allah’ın yardımı ile oldu. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, böyle bir iş yapabilsin? Allah,benim koluma kuvvet, gönlüme nûr ihsan etti. Gönlümdeki nûrda elime, ayağıma güç verdi.”

3 Kasım 2011 Perşembe

UÇURUMUN KENARINDAYIM HIZIR

Kalp atışlarımızın arttığı, iştahımızın kesildiği, dünyadaki en mühim işin onu düşünmek olduğu anlarımız oldu. Aşk sarhoşluğu içinde kimseyi gözümüzün görmediği, kimseyi duymadığımız günler ;bir canlıya en çok anlam yüklediğimiz günler ; yüzüne bakınca ilahi bir nur, bir hikmet gördüğümüz günler. İşte o günler ister istemez kendimizi bir uçurumun kenarında hissederdik muhteşem belaya nazır. Ve dilimize işte bu mısralar dolanırdı bir masal alemi gibi. Her bir hecesi ok gibi saplanırdı kalbimize. Uçurumun kıyısında son nefesimizi onu düşünürken verme arzusu, bir dilber sevdasının bir uçuruma eşdeğer oluşu, dünyada hiçbirşeyden korkmazken onu incitme korkusu, onu kaybetme korkusu gibi karmaşık duygular..."Böyle aşkları hak edecek insan var mıdır?" diye sorar dostlarım." Varsın olmasın, önemli olan böyle aşkı barındırabilecek kalpler kaybolmasın" cevabım. Ben yine de uçurumun kenarındayım.

Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir dilber kal'asının burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avucunda
Koca yâr adım çağırır
Kaldım parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgar yetecek
Ha itti beni ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır
Güzelliğin zülme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzdan
Dabbet-ül arz dan
Yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum senden

Ömer Lütfi METE

KÜRŞAT İHTİLALİ


Kürşat ihtilali TÜRK tarihinde karakteristik ve çok önemli bir olaydır. Türkler’in tarihleri boyunca bağımsızlıklarını kaybettikleri sadece 5000 yıllık tarihlerinde 50 yıllık bir dönemdir. Ve Kürşat İsyanı da, ilk ve son olan bu esaret yıllarına son vermiştir.
Prens Kürşat, Göktürk Hanedanı’ndan 10. Büyük Türk İmparatoru Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. 630 lu yıllarda kararsız bir adam olan yeni Türk Hakanı Kara Kağan’ın basiretsiz idaresi, üst üste gelen soğuk ve kıtlık yılları Türk illerinde büyük tahribat yaptı. Bu durumdan yararlanan Çin Ordusu, Türk Ordusu’nu bozdu. Kara Kağan ile 100000 Türk, Çinliler’e esir düştü. Yönetim kadrosu esir alınan Türkler bağımsızlıklarını kaybettiler.
Türkler kendilerine Çin tarafından atanan Sirba Kağan’ı tanımadılar. Gizli gizli 40 kişilik bir ihtilal komitesi kurdular. 40 Türk asilzadesi Prens Kürşad’ı başkan seçtiler.
Türk ihtilal komitesinin planı şöyleydi.Çin imparatoru Li Şihmin esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir tutulan 100000 Türk’e karşılık değiştirilecek. İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz da süratle Türkler ayaklanacaklar ve savaşarak bağımsızlıklarını ve topraklarını geri alacaklardı.Kürşad ve 39 arkadaşı ;kılık değiştirerek gezen Çin İmparatoru’nu kaçırmak için Çin’e girdiler. Ancak o gece fırtına çıktı ve İmparator saraydan ayrılmadı. Kürşad gecikilirse ihtilalin duyulup Türkler’in kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp imparatoru silah kuvvetiyle ele geçirmeye karar verdi. Arkadaşlarının Çinliler’le kıyas edilmez derecede iyi silah kullanmalarına güveniyordu.Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi sarayı bastı. Pek kanlı bir çarpışma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türk’ün keskin nişancılığına ve vuruş maharetine dayanamadı. Türk okları ve kılıçları altında can verdi. Çinli askerlerin yerden biter gibi çoğalmalarını gören Kürşat, sarayı terketmek emrini verdi. İmparatorun ahırına hücum eden 40 Türk, seyisleri öldürüp atlara atladılar ve Çin başkentinden çıkmayı başardılar. Ancak bütün bir Çin Ordusu 40 Türk’ün peşine takıldılar. Vey ırmağı kıyısına gelen 40 kahraman bir kaç yüz Çin askerini okladıktan sonra, gözyaşartıcı bir kahramanlık sahnesi içinde öldüler. Kürşad ve 39 arkadaşı, Vey ırmağı kıyılarının sarı toprakları üzerinde kaldılar.İhtilal başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki Türkler sinmediler. Bütün Türk illerinde bir İstiklal rüzgarı esti. Hiç bir milletin tarihinde böyle bir kahramanlık olayı yoktur. 40 Türk’ün saldırısı düşmanları iliklerine kadar ürpertti. Türkler’de ise önüne geçilemez bir derecede kabarmış olan bir bağımsızlık arzusunu kamçıladı. Kürşad ve 39 arkadaşının bu kahramanlığı tüm Türk illerine dalga dalga yayıldı ve TÜRK esaretine son verdi.

-alıntıdır-

2 Kasım 2011 Çarşamba

MEHMET AKİF 'TEN




Zulmü Alkışlayamam

Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?

1 Kasım 2011 Salı

DADALOĞLU


Dadaloğlu Osmanlı Devleti 'nin Anadolu Türkmenlerini iskân politikasına tepki olarak tanınmış bir halk ozanıdır. 18. yüzyılın son çeyreğinde Kayseri'nin Tomarza ilçesinde doğup 19. yüzyılın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Oğuzların Avşar boyundandır.

Osmanlı Devleti'nin konar-göçer Avşar, Karsantı, Sırkıntı, Bozdoğan, Kırıntı, Berber, Menemenci gibi Türkmen aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için verdiği uğraş, yer yer başkaldırılara ve çatışmalara neden olmuştur. Dadaloğlu'nun şiirleri, yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin sesi ve sözlü tarihi sayılabilir.

Dadaloğlu diğer 19'uncu yüzyıl halk ozanlarının üstün yeteneği ile, Köroğlu 'nun yiğit ve kavgacı anlatımını birleştirir.


Avşar Elleri


Kalktı göç eyledi avşar elleri

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.


Belimizde kılıcımız kirmani

Taşı deler mızrağımın temreni

Hakkımızda Devlet Vermiş Fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir


Dadaloğlum yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice koç yiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.

* * *

Yarsuvatta güreş ettim yıkıldım

Dokuzyüz atlıynan harbe dıkıldım

Yüzü burda sekizyüzü nicoldu."

demektedir. Bu türkünün aşiret kavgasında Kozanoğlu, Dulkadiroğlu ve Ali Osman Oğlu isimli beylerin Maraş'ın üst tarafında bulunan Kırım isimli yerden gelerek Çukurova' ya yerleşmek isteyen Ceritler ile kavgaya girmemesi ve bundan haberi olmayan bu gün Kozan Kadirli arasında bulunan Anavarza Kalesine ulaşınca söylediği bilinmektedir. Türküde:


"Sana derim sana Anavarza Kalesi

Sana konup göçenlerin nicoldu"

diye hüküm sürmekte olan bu beyler ,Ceritler önünce çekilince Ceritler Çukurova'yı istilaya başlamış ve bunun doğal sonucu olarakta Çukurova da aşiret kavgaları başlamıştır. Çukurova halkı ve Ceritler konar-göçer olduğundan Gavurdağını ve Kozandağını kontrol altına alarak Erzin, Kadirli ve Kozan gibi kasabalar Fırka-i İslahiye'nin kurduğu veya yeniden düzenlediği yerlerdir. Dadaloğlu'nun Gavurdağı-Kozandağı arasında hareket eden aşiret beylerinden biri olduğu bilinmektedir. Kozan Dağları, Binboğa Dağları ve Gavurdağları'nda aynı isimde yerlerin bulunması ve her yörede sözlü hikâyenin farklı anlatılması türkülerin veya türkü mısralarının farklılık göstermesi de bundandır.Gerçek olan bir şey vardır. O da Dadaloğlu'nun Çukurova, Kozan, Binboğa ve Gavurdağı yöresinde konar-göçer bir halk ozanı olarak yaşadığıdır. Çok bilinen bestesi yapılan şiirlerinden iki tanesi


KARALAR BAĞLADI BURUĞU DÜŞTÜ

Karalar bağladı buruğu düştü

Misis mihenk imiş alasın kaçtı

Sırkıntılı karahacılı kaçtı

Boz kartala pay oldu ya ölünüz


Avşar'ın uyluğu duruyor atta

Cerid'in hopuru çıktı yarsuvat'ta

Kaçtı tecirliler hep selamette

Kaçın sırkıntılı gavur dağı carınız


Çekildi Avşar'ın atlısı bindi

Cerid'in üstüne peştemal döndü

Göçmüş sırkıntılı yurduna kondu

Nerde kaldı kolu bağlı delimiz


Der Dadal'ım bu böyle olmadı

Atlı fena düştü birbirini bulmadı

Yürü bire cerit sana yurt kalmadı

Geç arabistan'a amut yolunuz


MİSİS KÖPRÜSÜ DE MÜHENGİ AŞTI

Misis köprüsü de mühengi aştı

Karalar ho dedi buruk'a düştü

Sırkıntı menemenci hep yalın kaçtı

Hani ya kabak hasan kodaz ali'niz.


Avşar'ın uyluğu tutmuyor atta

Tecirli de kaçtı gitti firkatta

Cerit'(in) hopuru çıktı yarsuvat'ta

Boz kartala pay oldu ya ölünüz


Bozdoğan davaya girmeden kaçtı,

Reyhanlı beyi de Halep'e düştü

Kozanoğlu duydu buna pek şaştı,

Hani ya hiç beri gelmez biriniz.


Çekildi Avşar'ın atlısı bindi

Cerit'in üstüne peştemal döndü

Göçmüş sırkıntılı yurduna kondu

Nerde kaldı kolu bağlı deliniz.


Der Dadal'ım hani beyler kalanı

Mistik paşa'm ne tez tuttun belen'i

Çapanoğlu gene yaptın planı

Hani sizin çakmak çalan eliniz.


-alıntıdır-