21 Aralık 2009 Pazartesi

KARDEŞLİĞİMİZİN MÜHÜRÜ OLSUN




Nerimanov'dan Türk Kurtuluş Savaşı'na destek:


Nerimanov'un iktidarı ele aldığı günlerde (Mayıs 1920) Türkiye Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış, en sıkıntılı günlerini yaşıyordu. Ordusu dağıtılmış, silahlarına el konulmuş, tersanelerine girilmiş, adeta eli kolu bağlanmış, boyun eğmesi bekleniyordu. Bu şartlar altında Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlatan kadro, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere her türlü yolu deniyor ve bir çıkış noktası arıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa'ya yazdığı bir mektupta "Devlette hiç para kalmadı. Şu anda içeride para temin edebileceğimiz bir kaynak da yok. Başka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan hükümetinden borç para alınmasını temin etmenizi rica ederim" diyordu. Kazım Karabekir Paşa, isteği Azerbaycan hükümetine iletti. Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükümeti arasındaki ilk resmi temastı. Nerimanov'dan Atatürk'e: "Başka kurtuluş yolu yok" Nerimanov, 19 Ağustos 1920 tarihinde TBMM başkanlığına bir mektup gönderdi. Nerimanov bu mektubunda, "...Başka kurtuluş yolu yoktur. Müslüman komünistleri sizin amacınıza ulaşmanız için tüm güçleriyle yanınızda olacaklardır. Aksi taktirde ne sizin için ne de bütün doğu milletleri için kurtuluş yolu kalmayacaktır." diyordu. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 2, shf.430) Sağlanan bu ilk resmi temastan sonra Atatürk'le Nerimanov arasında son derece manevi yakınlık, dostluk ve kardeşlik ilişkileri kuruldu. Bu manevi yakınlık Nerimanov'un Türk Kurtuluş Savaşı'na özel bir dikkatle eğilmesine, diplomatik yollarla ve ekonomik araçlarla Türk Kurtuluş Savaşı'na destek vermesine zemin hazırladı. Kurulan bu ilişki TBMM hükümeti için çok önemliydi. Çünkü Batılı emperyalistlerle savaş halinde bulunan TBMM hükümetini Batılıların korkusundan hiçbir ülke tanımıyordu. Savaşın yürütülmesi için acil paraya ihtiyaç vardı. Bu ilişki, bu iki önemli hususun kısa zamanda çözümü için ilk basamak olabilirdi. TBMM hükümeti derhal faaliyete geçti. 1920 yılının Ağustos ayında TBMM hükümetinin ilk büyükelçisi yazar Memduh Şevket Bey (Esendal) Bakü'ye gönderildi. 1921 yılı Ekim ayında da Azerbaycan'ın ilk büyükelçisi İbrahim Abilov Ankara'ya geldi. Bu durum Ankara'da büyük bir sevincin yaşanmasına sebep oldu. Büyükelçilik binasının açılışında Mustafa Kemal Paşa, Azerbaycan bayrağını bizzat göndere çekti ve kısa bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal Paşa bu konuşmasında "Milli sınırlarımız içerisinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz... Milletimiz bu isteğimizin kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti tarafından kabul edilmesinden büyük mutluluk duyuyor. Anadolu halkı Azeri kardeşlerinin gönlünün kendilerinden yana olduğunu biliyor." diyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1921 yılında Moskova'ya ikinci TBMM temsilci heyetini göndermeye karar verir. Yusuf Kemal (Tengirşenk), Ali Fuat (Cebesoy), ve Rıza Nur'dan oluşan heyete, önce Bakü'ye gitmelerini, Nerimanov'la görüşmelerini tavsiye eder. Heyet Bakü'ye gelir. Nerimanov'la görüşür. Nerimanov onlara bazı tavsiyelerde bulunur ve görünen o ki, ikinci adam Stalin'dir. Lenin'le görüşemezseniz, mutlaka Stalin'i talep edin der. Yanlarına çok güvendiği Behbud Şahtanski'yi verir. Bu arada Nerimanov, Lenin'e bir mektup yazar. TBMM heyeti Moskova'ya gitti. Lenin ağır hasta olduğu için onunla görüşemedi. Fakat Nerimanov'un önerisi üzerine Stalin ile görüştüler. Amaçlarına tam olarak ulaşamasalar da isteklerinin çok büyük bir kısmını alarak Ankara'ya döndüler. Dr. Rıza Nur, "Moskova-Sakarya Hatıraları" adlı eserinde hiçbir dış devlet tarafından tanınmayan TBMM hükümetinin Sovyetler tarafından tanınmasını, Nahçıvan meselesinin çözülmesini ve borç para alınmasını başarı olarak yazıyor. Şüphesiz ki böyle bir netice alınmasında Nerimanov'un payı oldukça yüksekti. Lenin'e yazdığı mektup, daha sonraki girişimleri bu başarılı sonucun alınmasında önemli yere sahiptiler. Azerbaycan'dan Türkiye'ye uzanan kardeş eli: 1921 yılı içinde Nerimanov'un şahsi emri ile Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mirza Davut Hüseyinov, kazanılan Birinci-İkinci İnönü Savaşları münasebetiyle çektiği telgrafta "...Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz." diyor ve bu büyük zaferlerin şerefine Azerbaycan halkının yardım için 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern kerosin gönderdiğini bildiriyordu. Aynı yılın Mayıs ayında Azerbaycan devleti, TBMM hükümetine 62 sistern petrol gönderdi ve bundan sonra savaş bitinceye kadar aynı değerde petrol ve üç vagon dolusu kerosin göndermeyi taahhüt etti. Bu taahhüdün dışında 1922 yılında Batum yolu ile Azerbaycan dokuz bin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin gönderdi. Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında Nerimanov'a bir mektup yazarak borç para talep etmişti. Bu mektubu 17 Mart 1921 günü büyükelçi Nerimanov'a ulaştırdı. Nerimanov, derhal 500 kg. altın gönderdi. Bunun 200 kg. devlet bütçesine, kalanı ise mühimmat ve silah için kullanıldı. Daha sonra Nerimanov Rusya'dan aldığı 10 milyon altın rubleyi Ankara'ya gönderdi. Bu yardımlarla savaş içindeki ülkenin durumunda belirgin bir düzelme oldu. 23 Mart 1921'de Azerbaycan hükümeti talep etmediği halde Türkiye'ye Azerbaycan halkının hediyesi olarak 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern yağ gönderdi. Nerimanov, Mustafa Kemal Paşa'nın yazdığı mektuba yazdığı cevabi mektubunda her gün kazanılan başarılarla Türk halkının emperyalizmden kurtulma günlerinin yaklaştığını, bu yüzden kahraman Türk halkını kutladığını yazıyor ve sonra ilave ediyordu; "Paşam, bizim Türk milletinde kardeş kardeşe borç vermez. Kardeş, her zaman kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız ve tutmaya devam edeceğiz."
- Alıntıdır-
(A. Şemseddinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Sovyetler Birliği Alâkaları, shf.66)

9 Aralık 2009 Çarşamba

KOMPLEKSLİYİZ


Neden mi? Özgüvenimiz yok. Bir şey yapmaya kalksak biri çıkar ve der ki:
“Bırak ya yapamazsın, olmaz, gücün yetmez, paran yetmez, yaptırtmazlar, boş versene, hadi ordan sen de adam, geç bu ayakları, dünyayı sen mi kurtaracan” Haydaaaaaa….
Gel de işe başla. En çok da ailemiz ve arkadaş çevremiz söyler bunları. Hemen olumsuzluklar ve zorluklar göz önüne getirilir. Zaten yenik başlamışsınızdır maça. Maça girmenin anlamı kalmamıştır. Çocuğu yetiştirirken ne yapıyor ailelerimiz? “Aman evlat şuna karışma, buna karışma, boş ver, şunu yapma, bunu yapma” Sözler engel olucu, çocuğun ufkunu açıcı değil.
Çocuk hayata çekingen başlıyor. Bir şey yapmaktan çekiniyor. "Elin oğlu yapıyor ama biz yapamayız" diyor. Bunu beynine işliyor. Özgüven sıfır. Kendine ait bir konuşma şekli yok, giyim tarzı yok, düşünce sistemi yok, yaşama şekli yok. Millet olarak da böyleyiz. Türk milletiyiz diyoruz ama Türklüğümüze ait neyimiz kaldı. Halk müziğimizi pop-rock yaptık, güzel halk oyunlarımızı kendi yörelerimizde bile oynamaz olduk, dilimizi yozlaştırdık, tipimizi yozlaştırdık, aile kavramını alt üst ettik ve en önemlisi ayakta kalma nedenimizin bu kavramların korunması olacağını unuttuk. Biri ordan diyecek ki “Ya kardeşim güzel diyorsun da dünya globalleşiyor.” Düşünelim bakalım kim globalleşiyor. O yüzden mi Avrupa’da minarelerin kaldırılması söz konusu oldu.
Diyorum ki önce kendi gücümüzün farkına varalım ve özgüvenle yola çıkalım ve kahrolası aşağılık kompleksinden kurtulalım.

5 Aralık 2009 Cumartesi

GÜL GONCA İKEN GÜZEL

Gül bizlere gönül sarayını fethetmiş güzel bir dilberi anımsatır. Ona seslenirken “gülüm” , “gül yüzlüm”, “gül kokulum” deriz. Gül güzel kokar, güzel görünür, temizdir. Dikeni de olsa razıdır gönüller onu taşımaya, değerlidir.
En büyük kavgaları bir dal gül çözebilir. Sevdiğimize kendimizi anlatamazsak bir gül veririz, her şeyi o anlatıverir.
İsmi de ne güzeldir değil mi?.”Gül” deyince iki şey akla gelir biri çiçek, biri de gülmek. Sevgili gülümüzdür, gülümüz de sevgilimiz.
Derler ya “Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür “diye. Gerçekten de öyledir. Bıçak yüzü kadar soğuk ve keskin bir delikanlının bile gözyaşlarını akıtıverir. Çok açılsa gözden düşer, kapalı olsa göze hitap etmez. Dedik ya “gül gonca iken güzeldir”.

3 Aralık 2009 Perşembe

YOLSUL MU, CAHİL Mİ?


Bir milleti zayıf mı görmek istiyorsunuz? Her dediğinizi yaptırmak mı istiyorsunuz? Formülü çok basit. Ya yoksul bırakacaksın ya da cahil. Tabi yapabiliyorsan her ikisini de uygulayacaksın. O zaman daha etkili olacaktır.

Çevremizi ve kendimizi gözlemleyelim. Büyük çoğunluk geçiminin derdinde velhasıl geçim derdi birinci sırada. Fakat insanımızın yaşamı geçinme derdiyle mi tamamlanacak? Acıdır ki birçoğu hayata gözlerini bu dertle yummuş. Etrafı denizlerle çevrili ülkemizde deniz yüzü görmeden ölen o kadar çok insan var ki.

Zamanımız boşu boşuna kuyruklarda, resmi evraklarda, tv başında, stadyumlarda veyahut kahve köşelerinde geçiyor. Adamlar kolayı zorlaştırmış, çalışkanı tembelleştirmiş.
Dar gelirli bir ailenin yaşam koşullarını ele alalım. Baba parayı zor kazanıyor. Daha çok kazanmak için eve geç geliyor. Dolayısıyla karısı ve çocuklarıyla yeterince ilgilenemiyor. Kadın sevgiye, evlat şefkate muhtaç. Bu da aile bağlarını zayıflatıyor. Kadın kocasını aldatabiliyor. Aileler boşanıyor. Çocuklar ise şefkati yanlış yerlerde arayabiliyor. Çocukla yeterince ilgilenilmediği için okuma problemi yaşıyor. Belki bir bilim dalında çok yetenekli fakat yanlış yönlendirildiği için başarısız oluyor.
Kişi fakir olunca yasal olmayan yollar mecburen meşrulaşmaya başlıyor. Hırsızlık, fuhuş, dolandırıcılık vs. hepsi kendiliğinden artıyor.
Cahillik mi? Zaten çoğumuz cahil. Kitap okumak bizim neyimize. O bizim için çok lüks. Geçim sıkıntısı kafamızı meşgul ederken, o kafayla bir de kitap mı okuyalım. Okusak çok farklı olacak ama ne yapalım şartlar böyle. (Bahane üretmeyi severiz.)

Sonuç: Sisteme dahil olmak için ya yoksul ya cahil olacağız ya da her ikisi.Bu iki yaramıza merhem bulmadan ülkemizi düzgün hale getiremeyiz. Ne yapalım temennimiz olsun

25 Kasım 2009 Çarşamba

AMCA LAFINI ÇEKMEMİŞ



Kıymetli bir dostum başından geçen bi olayı anlatmıştı, ben de sizle paylaşayım. Bizim dost birgün otobüse biner. Otobüste bir grup genç kız yüksek sesle gülüşüp şakalaşır. Toplu bir yer olunca bu da biraz sırıtır ve hoş karşılanmaz. Ekşimiş suratlar kızlara çevrilir. Otobüsteki yaşlı bir amcanın sözleri düşündürücüdür:
-Şu hale bak. Mustafa Kemal’ i, Fatih Sultan Mehmet’ i bunlar mı doğuracak.
Tabi kızlar mahcup bir şekilde susarlar.

23 Kasım 2009 Pazartesi

KARDEŞLİĞİN TÜRKÜSÜ


ÇIRPINIRDI KARADENİZ

Çırpınırdı karadeniz
Bakıp Türk’ ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına

Sırmalar sarsam koluna
İnciler dizsem yoluna
Fırtınalar dursun yana
Yol ver Türk’ ün bayrağına

Ayrı düştüm dost elinden
Yıllar var ki çarpar sinem
Vefalı Türk geldi yine
Selam Türk’ ün bayrağına

Kafkaslar’ dan esen yeller
Şimdi sana selam söyler
Olsun bütün turan eller
Kurban Türk’ ün bayrağına

Kafkaslar’ dan aşacağız
Türk’ lüğe şan katacağız
Türk’ ün şanlı bayrağını
Turanele dikeceğiz.

1918 yılında Bakü, Ermeni ve Bolşevikler tarafından işgal edilmiş ve şehirde yaşayan halka katliam yapılıyordu. 28 Mayıs 1918 tarihinde Azerbaycan'ın Gence şehrinde kurulan yeni Azerbaycan Cumhuriyeti'nin yardım istemesi üzerine, Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki 20 bin kişilik ordu, Gence ve Şamahı üzerinden Bakü'ye hareket ettiler. 15 Eylül 1918'de,kurban bayramı sabahı Osmanlı Ordusu Bakü'ye girdi.
Bakü'nün işgalden kurtarılması sırasında 1130 asker şehit olur. (Bugün de söz konusu Osmanlı askerleri için Bakü'de Türk şehitliği bulunmaktadır.)Bu olay üzerine Azeri şair Ahmet Cevad Azeriler’ in duyduğu sevgi ve minneti kaleme alır. Şiir Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenir.
-alıntıdır-
Azeriler bizim öz kardeşimizdir. Birileri yapay husumet tohumları ekseler de bizim tarlalarımızda filizlenmeyecektir. TÜRK milleti var olsun.

22 Kasım 2009 Pazar

Felek kimine kavun yedirir, kimine kelek.




Yaklaşık 7-8 sene önce pazardan bir İsrail kavunu almıştık. Lezzeti, kokusu ve rengi çok hoşumuza gitti. “Şunun çekirdeğini ayıralım da seneye ekelim”dedik. Neyse vakti geldi ektik. Bitki gövdesi gayet güzel bir şekilde büyüdü ve iyi bir şekilde döl verimi oldu. Kelekler büyüdü. Olgunlaşmasını bekliyoz. Bekle ki olgunlaşsın. Bir türlü olmuyor. Kesiyoruz; acımsı limon tuzu gibi bir tat sözkonusu. Ben de daha önceden İsraillilerin tohumların genetik yapısını değiştirdiklerini ve öyle pazara sunduklarını duymuştum. Yani bir sene satın alınıp ekilen tohumun meyvesinden alınmış tohum ertesi sene vermiyomuş. Yaşayarak öğrenmiş olduk ama emekler boşa gitti tabi. Adamlar uyanık böyle bir teknolojiyle kendilerine bir pazar oluşturuyorlar. İşin bizim açımızdan kötü yanı; bitkiyi yetiştiriyosun tam olgunlaşmasını bekliyosun olmuyor. Çekilen emek, boşa giden zaman ve maddi zarar. Yani belki isteseler bitki en başından büyümez ve fazla zarar vermez şekilde genetik şifreyi ayarlayabilirler. Ama bu da bir strateji olsa gerek. (Bu durumun günümüzde bahsedilen GDO meselesiyle alakası olabilir. )
Çölün ortasında dünyanın en teknolojik tarımını yapan adamların çalışkanlığına bakıp imrenmemek elde değil.

ORTA ASYA’DAN İZLER



Birgün evde ay tutulmasından laf açıldı. Babam dedi ki “oğlum biz küçükken ay tutulmasında kaşlara (kaş: eski kerpiç binaların çatısı) çıkardık ve teneke çalardık”. O gün düşünmüş ve anlam verememiştim ta ki gök tanrı inancını okuyana kadar. Gök tanrı inancında ay tutulmasının kötü ruhlar tarafından meydana geldiğine inanılırmış. Bu kötü ruhları kovmak için de gürültü yaparak defetmeye çalışılırmış. Bugün de Anadolu da bazı yörelerde ay tutulmasında silah atılırmış.
Aşağıdaki alıntı bu durumu şöyle açıklıyor:
-Yakut Türkleri ay tutulmasını ayın küçülmesi olarak yorumlamakta, bu küçülmenin ayın kurtlar ve ayılar tarafından yenmesinden kaynaklandığını düşünmektedirler. Altaylılar ise ay tutulmasının “Yelbegen” isimli yedi başlı bir canavarın ayı yemesi sonucu oluştuğuna inanmaktadırlar. Orta Asya’da bu yaratıkları korkutup kaçırmak ve ayı kurtarmak için de havaya taş atılmakta ve gürültü yapılmaktadır.
Bu inanışın devamı olarak bugün de Anadolu’da ay tutulması sırasında havaya silâh sıkılır, teneke çalınır ve gürültü yapılır.-
Orta asya kültüründen batıl bir kalıntı bugünlere gelmiş ve farkına varmamışız.

20 Kasım 2009 Cuma

“Bİ ZAHMET “ BAKAR MISIN?


Bu adam beni gülmekten öldürecek. Gerçekten çok yetenekli birisi ve mükemmel rol yapıyor. Psikopat tipi de gidiyor hani. Ama adamların üstüne çok yürüyor ve damarlarına basıyor. Bir gün dayak yiyecek gibi.
Tahminime göre ekranda yayınlanan bölümler önceden çekilmiş olmalı. Şimdi çekilse çoğu kişi tanır gibi geliyor.
Ben karşılaşmış olsam parayı almak için rol yapardım herhalde.
Bu programın en güzel tarafı herkesin hak ettiğini alması. Yardımsever (ya da sabırlı) insanlar daha çok kazanıyor yani ektiğini biçiyor.
Bilmiyorum ben bu programı tuttum. Siz de ‘bi zahmet’ baksanız beğeneceğinize eminim.

19 Kasım 2009 Perşembe

AÇILIM DEDİĞİN BÖYLE OLUR


"Hayattaki yegane üstünlüğüm, Türk dogmaktır! Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki; sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asli'yi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin."

M. Kemal ATATÜRK

HÜZÜNLÜDÜR MİSKET' İN ÖYKÜSÜ



Ankara oyun havaları deyince en önde gelen türkülerdendir. Duyduğu zaman her Ankaralı oynamak ister, yerinde duramaz. Bizi üzen ise çok hüzünlü geçmişi olan bu değerli türkünün günümüzde pavyon havası olarak kullanılması. Neyse sözü daha fazla uzatmadan sizi türkünün hikayesiyle başbaşa bırakalım.


* * *

Misket, ufacık tefecik bir elma türü... Huriye de Ganizadeler'in ufakcık tefecik şipşirin kızlarının adı. Huriye, sık sık evlerinin önündeki elma ağacına tırmanır, yolu gözler; sebep, Osman Efe... Ankara'nın sayılı efelerinden Osman, genç, yakışıklı, geniş omuzlu,burma bıyıklı... Huriye'nin gönlü bu Osman Efe'de. Osman Efe, evin önünden geçiyor; Huriye atlıyor bahçeye, tırmanıyor misket ağacına. İkisinin de yüreğinden ılık bir şeyler akıyor. Osman Efe, Huriye'yi adıyla çağırmıyor hiç, ''misket'' diyor Huriye'ye. Yörenin ünlü ağalarından Kır Ağa, bir gün Huriye'yi su doldururken görüyor çeşme başında. Aradan bir hafta geçmeden Kır Ağa, Huriye'yi istetiyor. Babası, ''Kır Ağa, yiğit insandır, malı mülkü yerindedir'' diyerek Huriye'yi vermek ister. Annesi, Huriye'nin ağzını arar, fakat Huriye ''ölsem Kır Ağa'ya varmam'' cevabını verir. Huriye, akşamı zor eder. Bahçeye çıkıp, Osman Efe'nin yolunu gözler. Uzaktan atını görünce, tırmanıp çıkar elma ağacına. Durumu bildirir Osman Efe'ye. Osman Efe, çılgına döner. Kır Ağa'ya haber gönderir, ''Kendini sever, sayarım. Yiğit kişi bellerim. Yolumdan çekilsin. Sonu iyi olmaz'' der. Haberi Osman Efe'den Kır Ağa'ya götürenler, bire bin katarak anlatırlar ''Osman diyor ki, Kır Ağa kim oluyor da benim yavuklumu alacak. Leşini sararım'' diye... Kır Ağa, ''Demek dünkü çocuk bize meydan okuyor. Kendine güveniyorsa karşıma çıksın'' diye Osman Efe'ye haber gönderir. Tabii haberi götürenler Osman Efe'ye de bire bin katarak anlatıyorlar. Osman Efe Kır Ağa'ya, Kır Ağa Osman Efe'ye kinlenir. Sonunda kıran kırana kavga etmeye, sağ kalanın Huriye'yi yani Misket'i almasına karar veriyorlar. Belirlenen gün ve yerde karşılaşıyorlar. Bıçaklar çekiliyor. Huriye ise durumu merakla bekliyor. Çıkmış elma ağacı üstüne, yoları gözlüyor. Bir yandan da Osman Efe için dua ediyor. Osman Efe ise Kır Ağa karşısında aslanlar gibi dövüşüyor. Kır Ağa birden duruyor. ''Benimle böylesine boy ölçüşen yiğide, ben kıyamam. Koç olacak kuzuya bıçak çekemem. Vur bıçağını bağrıma. Misket senin olsun'' diyor. Osman Efe önce şaşırıyor, sonra oda bıçağını yere atıyor ve koşup ellerine sarılıyor Kır Ağa'nın. Kadın-kız da yollara dökülmüş uzaktan görünen kalabalığı bekliyor. Misket ise çıktığı elma ağacında duramıyor heyecandan. Daldan dala geçip, gelenleri seçmeye çalışıyor. Derken kalabalık yaklaşır, önde Kır Ağa, arkasında kalabalık. Gözleri Osman'ın arıyor, göremiyor. Birden başı dönüyor, gözleri kararıyor, tepe üstü ağaçtan aşağı düşerek cansız yere yığılıyor. Çok geçmeden kalabalık elma ağacına ulaşınca, bir feryattır kopuyor. Osman Efe, sığmıyor oralara. Kadınlar kızlar perişan. Misket kızın yani Huriye'nin hikayesi dilden dile dolaşıp türkü oluyor.



Kaynak:Yaşar Özürküt Türkülerin Dili Ankara Kültür Kurumu YayınlarıStockholm 1987

17 Kasım 2009 Salı

"NEFES" İMİZ TUTULDU


Şimdiye dek askerlik üzerine, savaş üzerine çok film izledik. Bunların çoğu da yabancı filmdi tabiki.
Adamların kazandığı savaş olmaz ama filmde kendilerini kazanmış gibi gösterirler. Örnek mi? Vietnam filmleri. Öss sınavına girmeden bir gün önce “Bir zamanlar askerdik” adlı Vietnam filmini izlemiştim. Az buçuk tarih bilgimiz olmasa derdik ki “Amerika Vietnamlılar’ ı yenmiş”.
Son yıllarda yerli sinemacılarımız da güzel filmler ortaya koymaya başladı. Tarihi dokusu bakımından “Son Osmanlı Yandım Ali” güzel bir çalışmaydı mesela. Bugünlerde ise askeri bir film olan “Nefes” filmi adını duyurdu ve büyük ilgi topladı. Bu film bir ülke gerçeğini ortaya koyuyor. Bir komutanın askerlere hitabı günlerce haberlere konu oldu. Askere gitmeyen bayanlar ya da doğuda askerlik yapmamış erkekler gerçek askerliğin ne olduğunu biraz daha iyi anladı.
Böyle güzel filmleri tüm dünyaya izleten sinemacılarımız eksik olmasınlar. Bir de diyorum eski tarihimizle ilgili filmleri konu alsalar. O kadar şanlı tarihimiz var ki her bir film olay yaratır. İnşallah o fırsatı da elde ederler.

BU GRİP Bİ GARİP


Bir anda hayatımıza girdi. Gündem oldu. İsmi de sağlam seçilmiş. "Domuz Gribi" Yani o mendebur hayvanın ismi bile bizim millette tiksinti ve korku yaratmaya yeter değil mi? İnsanlara mantıklı tedbirler yerine korku salınmaya çalışılıyor. Belki de kafası meşgul ediliyor bilmiyorum. Tabiki grip virüsü zaman içinde konjuge olarak kendini yeniliyor ve farklı derecelerde hastalık ortaya çıkarabiliyor. Ama şu var zaten her sene bu virüslerden ölen insanlar var. Ayrıca geçen senelerde dünyayı sarsan çin gribi virüsü bu sene dünyadan mı silindi. Yani hastalık var olabilir ama koparılan yaygara biraz abartılı bence. Deniyor ki falanca kişi domuz gribinden öldü. Adamı naklediyorlar gömüyorlar eldiven yok maske yok ve onlara bulaşmıyor. Çok çelişki var da neyse biz adımızı yine paranoyak koyalım, siz de önlemi elden bırakmayın önlemden zarar gelmez. Fakat luzumsuz yere korkuya da yer vermeyelim. SAYGILAR...

12 Kasım 2009 Perşembe

BU DA Bİ BAŞLANGIÇ(HADİ HAYIRLISI)




Kıymetli bir arkadaş vasıtasıyla "blog nedir "onu da öğrendik. Gördük ki muhabbet için, bilgi paylaşımı için ve de vakit geçirmek için fena bişeye benzemiyor. Bir de biz deneyelim dedik. Birkaç bişey de biz karalayalım. Maksat muhabbet olsun.