11 Eylül 2012 Salı
Hızır (as) ile Hz. Musa (as)
-Artık seninle burada ayrılıyoruz.Çünkü sen benim yaptıklarıma dayanamazsın.demiş.Hz. Musa ise hayır ben seninle gelmek istiyorum.Söz veriyorum yaptıkların hakkında sana hiçbirşey sormayacağım.demiş.Böylelikle yola çıkmışlar.Biraz gittikten sonra karşılarına bir gemi çıkmış.Bu gemi yoksullara aitmiş.Hızır (as) bu gemide bir delik açmış.Hz. Musa bunu görünce “sen ne yapıyorsun,şimdi bu insanlar nasıl gidecekler,bunu neden yaptın?”demiş.Hızır (a.s.) ise “hani bana birşey sormayacaktın.Tamam buraya kadar artık seninle ayrılıyoruz.”demiş.Hz Musa bunu duyunca “tamam bir daha ağzımı açmıyacağım.” demiş.Tekrar yola koyulmuşlar.Yolda giderlerken Hızır (as) bir çocuğu öldürmüş.Musa (a.s.) iyice hiddetlenmiş ve “sen ne yapıyorsun, o daha çok küçük, onu neden öldürdün.” demiş.Hızır (a.s.) yine “hani birşey sormayacaktın, artık bu kadar yeter,seninle yollarımız burada ayrılıyor.” demiş.Hz. Musa tekrar özür dileyerek bir daha yapmayacağını söylemiş.Tekrar yola koyulmuşlar.Ve sonunda bir köye varmışlar.O köydeki kadınlardan su ve yiyecek birşey istemişler.Fakat kadınlar Hızır (a.s.) ile hz.Musa’yı kovmuşlar.Buna rağmen Hızır (a.s.) köyün tam çıkışındaki yıkılmak üzere olan bir duvarı onarmış.Hz. Musa bunu görünce tekrar bağırmaya başlamış.Ve Hızır (a.s.) :
-Tamam bu kadar yeter sana herşeyi anlatacam ve seninle ayrılacağız.Gemiyi delmemim sebebi ileride sağlam gemileri ele geçiren korsan gemisi vardı.Gemiyi deldim ki o korsanlar gemiyi sağlam diye ele geçirmesinler.Çocuğu öldürmemin sebebi o çocuk büyüyünce inkarcı,kafir bir çocuk olacaktı ve ailesine eziyetler edecekti.Bundan dolayı küçük yaşta öldürdüm ki büyüyünce böyle olmasın.Gelelim duvarı onarmama…
O duvarın altında iki yetim çocuğa bırakılan miras var. Bu duvar zamanla yıkılacak ve artık o arsayı ekin ekmek için kullanacaklar.Bu yüzden onardımki çocuklar büyüyene kadar idare etsin, çocuklar büyüyünce mallarını alsınlar.
9 Eylül 2012 Pazar
HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI ÖYKÜSÜ
Memleketi Yozgat'a (Akdağmadeni) gelen genç sözlüsünü görmek için onlara koşar ama sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Bu duruma daha da üzülen gencin hastalığı ilerlerler. Ailesi elinden geleni yapar ama fakirlik ve imkansızlık da vardır.
Genç tedavi için İstanbul'a getirilir ve burda bir hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi yoksulluk sebebiyle cenazesini Yozgat'a getiremez., Cenaze İstanbul'da kalır.
HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baş tabib geliyo zehirden acı
Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze
Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın
-ALINTIDIR-
23 Aralık 2011 Cuma
ARSLAN VE AV HAYVANLARI (MESNEVİDEN)
Dünya kurulalıdan beri, yüz binlerce devirler içinde, sayısız insanın ağzı ejderha gibi açıldı.
O akıllı ve bilgili insanlar, öyle hilelerle baş vurdular ki, hilelerinden dağla bile yerinden koptu.
Bunca tedbirlerine rağmen, gerek ava giden kişilerin, gerekse çeşitli işlerde hırsla çalışanların ellerine, ezelde verilen kısmetten başka bir şey geçmedi. Bütün bu uğraşan, didinen insanların hepsi de tedbirlerinden, çalışmalarından âciz kaldılar, bir şey elde edemediler, sonra da Allah’ın emri ve takdiri ne idi ise, o oldu. Ey tanınmış kişi, kazanmayı bir addan başka bir şey bilme, ey hilekâr, senin bu hileli çalışmalarını da, bir vehimden başka bir şey sanma.” Arslan: ”Evet.” dedi. ”Tevekkül doğrudur. Fakat bir de peygamberlerin ve müminlerin çalışmalarına bak. O mübârek insanlar, türlü cefâlar, mihnetler çektilerse de yılmadılar, Allah onların uğraşmalarını, didinmelerini boşa çıkarmadı. Onların tedbir ve çare aramaları, her zaman hoş ve latîf oldu; zâten güzelden ne gelirse güzeldir. Onların tuzakları, göklerin mânâ kuşunu yakaladı. Çalışmaları yardımı ile onlar, noksanlardan kurtuldular, tamamıyla kemâl mertebesi buldular. Ey mânâ yolunu isteklisi, ey Hakk âşıkı, gücün yettikçe peygamberlerle, velîlerin yolunda bulunmaya çalış. Arslan, bu çeşit bir çok deliller getirdi, O cebrîler, yâni av hayvanları, arslanın cevaplarını dinleyip kandılar. Tilki, ceylan, tavşan, çakal cebrîliği bıraktılar, dedikoduyu kestiler. Bu alış verişte ziyana düşmemek için, kükremiş arslanla anlaşmaya vardılar. Her günün payı zahmetsizce arslana gidecekti. Bu sûretle onun da başka bir isteği olmayacaktı. Her gün kur’a, hangi hayvana düşerse, o hayvan, pars gibi koşup, arslanın yanına gidecekti. Bu ölüm kadehi, bu kur’a döne dolaşa tavşana gelince, tavşan: ”Bu cefâ daha ne vakte kadar sürüp gidecek.” diye bağırdı. Hayvanlar dediler ki: ”Bunca zamandır, biz, ahdimize vefâda bulunduk, sözümüzde durduk, bu uğurda canlarımızı fedâ ettik. Ey inatçı tavşan, bizim adımızı kötüye çıkarma, haydi, çabuk yürü git, arslan incinmesin…” Tavşan; ”Dostlar, kızmayın, bana mühlet verin de hilemle, ona oyun oynayacağım, oyunla, sizde belâdan çıkın kurtulun.” dedi. “Mühlet verin de, hilemle canınız eman bulsun, bu can kurtaracak hilem, oğullarınıza miras kalsın, söylensin dursun.”
Hayvanlar, tavşana dediler ki: ”Bizim sözümüze kulak ver, tavşan olduğunu unutma, haddini aşma… Bu ne biçim lâf? Senden daha iyi, daha güçlü olanlar, bu sözü hatırlarına bile getirmediler. Sen, ya gurura kapıldın, yahut da başımıza gelecek bir kaza var. Yoksa böyle bir söz, senin gibi bir âcize, bir zavallıya nasıl yaraşır?” Tavşan; ”Dostlar” dedi. ”Bu sözleri bana Allah ilhâm etti. Bu yüzdendir ki, benim gibi âciz ve zavallı bir mahlûkta, kuvvetli bir fikir ve bir kurtuluş tedbiri hâsıl oldu. ”Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına öğrettiği hüner ve ma’rifet ne arslan da vardır, ne de yaban eşeğinde… Arı, taze balla dolu petekler yapar, Allah, o bilginin kapısını ona açmıştır.
Allah’ın ipek böceğine öğrettiği hüneri, hangi fil bilir? Ondan sonra hayvanlar; ”Ey çevik tavşan!” dediler. ”Aklında ne varsa ne düşünüyorsan onları söyle, ortaya koy. Sen cüssene bakmadan, bir arslan ile uğraşmaya kalkmışsın. Bu hususta aklına gelen tedbir ne ise, bize de söyle. Birbirinden fikir sormak, danışmak, ayıklık, uyanıklık verir, akıllar akla yardım eder.” Hz.Peygamber Efendimiz; ‘Ey tedbir sahibi kişi, bir kere de güvendiğin bir kimseye danış.’ diye buyurdu.”
Tavşan dedi ki: “Her sır açığa vurulmaz. İşin sonunun ne olacağını bilemezsin, bazen tek dediğin çift, bazen de çift dediğin tek olur.Aynanın saflığını berraklığını, yüzüne karşı söyleyecek olursan, ayna çabucak buğulanır, bulanır da bize göstermez. Şu üç şey hakkında dudağını az kımıldat: Fikrini, kanaatını, paranı, bir de mezhebini kimseye söyleme. Çünkü bu üç şeyin düşmanı çok olur. Düşman bunları bilince sana pusu kurar. Bir sırrı, iki kişiye söyledin mi artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan bütün sırlar, yayılır gider.” Tavşan gitmeyi bir zaman geciktirdi. Sonra kalkıp pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti. Tavşanın gecikmesinden ötürü, arslan kızgınlığından toprağı kazıyor, kükreyip duruyordu. Kendi kendine diyordu ki: ”Ben zâten o alçakların ahidleri hamdır, gevşektir, onlar sözlerinde durmazlar “ demiştim. Onların bir ağızdan bağrışıp ulumaları beni aldattı. Şu zaman beni ne vakte dek böyle aldatacak.” Arslan, öfkeli bir halde diyordu ki: ”Düşman kulağıma aldatıcı sözler söyledi de, benim gözümü bağladı. Cebrî olan o hayvanların hileleri beni bağladı. Onların sahte kılıçları bedenimi yaraladı. Bundan sonra ben, artık,onların riyâkâr sözlerini, aldatıcı bağrışmalarını dinlemem, o seslerin hepsi de şeytan sesleri, gülyabânî sesleri. Ey gönül durma onları parçala, postlarını yüz, zâten onlar posttan başka bir şey değildir.”
Öfkelenip duran, coşup köpüren arslan, tavşanın uzaktan gelmekte olduğunu gördü. Tavşan korkusuz ve küstahça koşuyordu. Öfkeli, asık suratlı idi, kızmış, aksileşmişti, Çünkü o, kırık dökük bir hale gelmek, suçlu gibi görünmek istemiyordu. Cesur ve korkusuz görünmekle, şüpheleri üzerinden atacaktı. Tavşan ilerleyip yaklaşınca, arslan ona: ”Ey soysuz!” diye haykırdı. “Ben ki, öküzleri parçalamış, erkek arslanların kulaklarını burmuş, onları yola getirmiş bir kahramanım. Senin gibi bir tavşan parçası kim oluyor ki, benim gibi bir arslanın emrini ayaklar altına atıyor.” Tavşan: ”Aman efendim” dedi. ”Lütfeder de bağışlarsan, bir sözüm var arz edeyim” Arslan dedi ki: ”Ey ahmakların anlayışsızı, basiretsizi, ne gibi özrün var? Pâdişahların huzuruna böyle mi; bu vakitte mi gelirler? Sen vakitsiz öten bir horozsun, senin başını kesmek gerekir. Zâten ahmağın özrü dinlenmeğe değmez ki… Ahmağın özrü, kabahatinden beterdir. Câhilin özrü ise, ilmin zehri mesâbesindedir. Ey tavşan senin özründe bilgi yok, bomboş. Ben tavşan değilim ki, böyle bilgisizce söylenmiş bir sözü kulağıma sokabileyim.” Tavşan ; ”Pâdişahım” dedi. ”Adam olmayanı, adam yerine koy. zulüm görmüş, canı yanmış birisinin de özrüne kulak ver. Hele yolunu şaşırmış bu zavallıyı, pâdişahlık makamının zekâtı, şükranı olarak kabul et, onu yolundan kovma. Bütün ırmaklara, arklara su veren, o büyük deniz bile çeri çöpü başının üstünde gezdirir. Bu keremi yüzünden denizden bir şey eksilmez, bu kereminden ötürü deniz, ne çoğalır, ne de azalır. Arslan ; ”Ben “ dedi. ”Keremi, iyiliği yerine göre yaparım, yerinde lütüfta bulunurum. Herkese boyuna göre elbise biçerim.” Tavşan dedi ki: ”Her ne kadar lütfa lâyık değilsem de, beni dinle. Zâten ben nehir ejderhasının önüne başımı koydum, ne yaparsan yap. Ben kuşluk vakti yola düşmüş, arkadaşımla beraber pâdişahımın huzuruna geliyordum.
Arkadaşlarım, senin için, benimle beraber başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişler, yollamışlardı. Yolda önümüze çıkan bir arslan, kulunuza ve huzurunuza gelmekte olan yol arkadaşıma saldırdı, her ikimizin de canına kast etti. Bize saldıran arslana dedim ki: ”Biz pâdişahlar pâdişahının kullarıyız, o kapının değersiz iki küçük kapı yoldaşlarıyız. Bize dokunma…” Fakat, o, hiddetlendi de dedi ki: ”Pâdişahlar pâdişahı dediğin de kim oluyor? Benim huzûrumda, öyle her adam olmayanın adını ağzına almaktan utan! Her ikiniz de, kapımdan döner giderseniz, hem seni, hem de pâdişahını paramparça ederim.” Ben de o arslana dedim ki: ”Bana izin ver de bir kere daha pâdişahımın yüzünü göreyim de, ona, senden haber vereyim.”
O arslan da bana; ’Yoldaşını, yanımda rehin bırak, yoksa inancıma göre sen, benim kurbanımsın.” dedi. Ona çok yalvardımsa da hiç fayda etmedi. Arkadaşımı rehin olarak aldı, beni yalnız bıraktı. Arkadaşım, letâfette, güzellikte ve semizlikte benim üç mislim idi.
Bundan sonra o arslan yüzünden o yol kapanmıştır. Bizim hâlimiz de arz ettiğim gibi oldu.
Bundan sonra,sana gönderilen günlük nafakadan ümidini kes, ben sana doğruyu söylüyorum, doğru ise acıdır. Eğer sana, günlük nafaka gerekse, yolu temizle, haydi gel de o korkusuz arslanı ortadan kaldır.” Arslan dedi ki: Haydi bakalım, bismillah, gidelim, O bahsettiğin arslan nerededir? Doğru söylüyorsan öne düş… Gidelim de onun cezasını vereyim, onun gibi yüzlercesinin de. Bu söylediklerin yalansa senin de hakkından gelirim.” Tavşan arslanı tuzağa düşürmek için kılavuz gibi önüne düştü. Önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yürümeğe başladı. Tavşan bu derin kuyuyu onun canına tuzak yapmıştı. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana su gibi, saman altında yürüyen bir tavşan. Kuyu yanına gelince, arslan, tavşanın geri kaldığını gördü. Ona dedi ki: ”Niçin ayak sürüyorsun? Geri kalma, öne düş.” Tavşan: ”Ayağım nerede? Korkudan bende el ayak kalmadı ki, canım tir tir titriyor. Yüreğim yerinden oynadı.” dedi. “Yüzümü görmüyor musun? Betim, benzim sapsarı. Zâten, rengim içimin ne hale geldiğini haber veriyor.” Arslan: ”Sen, şu hastalık sebeplerini bırak da, neden geri kaldın? Bana onu söyle, onu öğrenmek istiyorum.” dedi. Tavşan: ”O arslan” dedi. ”Bu kuyuda oturuyor. O, bu kalede, her türü âfetlerden emîndir.” Arslan dedi ki: ”Korkma, ileri gel. Benim açacağım yara onu kahreder. Bir bak bakalım o arslan orada mı? Tavşan: ”Ben o ateşten yanmışım, yaklaşamam.” Dedi. “Sen beni kucağına alırsan… Ey kerem madeni, ancak o zaman gözümü açar, kuyuya bakabilirim. ” Arslan tavşanı kolları arasına aldı O da arslanın himayesinde kuyuya kadar sokuldu. Kuyuya baktıkları zaman, su içinde, arslanın ve tavşanın hayâli göründü.
Arslan suda kendi aksini gördü, Kuyuda bir arslan, kucağında da semiz bir tavşan görünmekte idi. Arslan, düşmanını suda görünce, tavşanı bıraktı kuyuya atladı. Kazdığı kuyuya kendisi düştü. Yaptığı zulüm kendi başına geldi. Tavşan, kurtulduğuna sevinerek müjde vermek için hayvanların bulunduğu ovaya koştu. Arslanın kuyu içinde inleyerek öldüğünü gördüğü için tavşan, çayıra doğru koşarken, sevincinden oynuyor, çarh atıyordu. Ölümün elinden kurtulduğu için havada oynayan dal gibi, yaprak gibi raks ediyor, sallanıyor, el çırpıp duruyordu.
Durumu öğrenen bütün vahşî hayvanlar, güle oynaya, sevinerek, zevke dalıp coşarak, sıçrayıp oynamaya başladılar. Etrafında halka oldular. Tavşanı mum gibi ortaya aldılar. Karşısında saygı ile yerlere kapanıp dediler ki: “Sen gökten inmiş bir melek misin? Yoksa peri misin. Hayır hayır, ne meleksin ne de peri, sen erkek arslanların Azrâil’isin. Ne olursan ol, canımız sana kurban olsun, onu yendin, elin, kolun sağ olsun. Bir kere daha söyle, onu nasıl kandırdın, nasıl faka bastırdın? O zâlimi hangi hile ile kahrettin? Bir kere daha söyle de, hikâyen derdimize derman olsun, bir kere daha söyle de, can yaralarına merhem olsun.” Tavşan dedi ki: ”Ey büyük varlıklar, benim bu başarım, Allah’ın yardımı ile oldu. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, böyle bir iş yapabilsin? Allah,benim koluma kuvvet, gönlüme nûr ihsan etti. Gönlümdeki nûrda elime, ayağıma güç verdi.”
3 Kasım 2011 Perşembe
UÇURUMUN KENARINDAYIM HIZIR
KÜRŞAT İHTİLALİ
2 Kasım 2011 Çarşamba
MEHMET AKİF 'TEN
1 Kasım 2011 Salı
DADALOĞLU
Dadaloğlu Osmanlı Devleti 'nin Anadolu Türkmenlerini iskân politikasına tepki olarak tanınmış bir halk ozanıdır. 18. yüzyılın son çeyreğinde Kayseri'nin Tomarza ilçesinde doğup 19. yüzyılın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Oğuzların Avşar boyundandır.
Osmanlı Devleti'nin konar-göçer Avşar, Karsantı, Sırkıntı, Bozdoğan, Kırıntı, Berber, Menemenci gibi Türkmen aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için verdiği uğraş, yer yer başkaldırılara ve çatışmalara neden olmuştur. Dadaloğlu'nun şiirleri, yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin sesi ve sözlü tarihi sayılabilir.
Dadaloğlu diğer 19'uncu yüzyıl halk ozanlarının üstün yeteneği ile, Köroğlu 'nun yiğit ve kavgacı anlatımını birleştirir.
Avşar Elleri
Kalktı göç eyledi avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eyler ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda Devlet Vermiş Fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Dadaloğlum yarın kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koç yiğitler yere serilir
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.
Yarsuvatta güreş ettim yıkıldım
Dokuzyüz atlıynan harbe dıkıldım
Yüzü burda sekizyüzü nicoldu."
demektedir. Bu türkünün aşiret kavgasında Kozanoğlu, Dulkadiroğlu ve Ali Osman Oğlu isimli beylerin Maraş'ın üst tarafında bulunan Kırım isimli yerden gelerek Çukurova' ya yerleşmek isteyen Ceritler ile kavgaya girmemesi ve bundan haberi olmayan bu gün Kozan Kadirli arasında bulunan Anavarza Kalesine ulaşınca söylediği bilinmektedir. Türküde:
"Sana derim sana Anavarza Kalesi
Sana konup göçenlerin nicoldu"
diye hüküm sürmekte olan bu beyler ,Ceritler önünce çekilince Ceritler Çukurova'yı istilaya başlamış ve bunun doğal sonucu olarakta Çukurova da aşiret kavgaları başlamıştır. Çukurova halkı ve Ceritler konar-göçer olduğundan Gavurdağını ve Kozandağını kontrol altına alarak Erzin, Kadirli ve Kozan gibi kasabalar Fırka-i İslahiye'nin kurduğu veya yeniden düzenlediği yerlerdir. Dadaloğlu'nun Gavurdağı-Kozandağı arasında hareket eden aşiret beylerinden biri olduğu bilinmektedir. Kozan Dağları, Binboğa Dağları ve Gavurdağları'nda aynı isimde yerlerin bulunması ve her yörede sözlü hikâyenin farklı anlatılması türkülerin veya türkü mısralarının farklılık göstermesi de bundandır.Gerçek olan bir şey vardır. O da Dadaloğlu'nun Çukurova, Kozan, Binboğa ve Gavurdağı yöresinde konar-göçer bir halk ozanı olarak yaşadığıdır. Çok bilinen bestesi yapılan şiirlerinden iki tanesi
KARALAR BAĞLADI BURUĞU DÜŞTÜ
Karalar bağladı buruğu düştü
Misis mihenk imiş alasın kaçtı
Sırkıntılı karahacılı kaçtı
Boz kartala pay oldu ya ölünüz
Avşar'ın uyluğu duruyor atta
Cerid'in hopuru çıktı yarsuvat'ta
Kaçtı tecirliler hep selamette
Kaçın sırkıntılı gavur dağı carınız
Çekildi Avşar'ın atlısı bindi
Cerid'in üstüne peştemal döndü
Göçmüş sırkıntılı yurduna kondu
Nerde kaldı kolu bağlı delimiz
Der Dadal'ım bu böyle olmadı
Atlı fena düştü birbirini bulmadı
Yürü bire cerit sana yurt kalmadı
Geç arabistan'a amut yolunuz
MİSİS KÖPRÜSÜ DE MÜHENGİ AŞTI
Misis köprüsü de mühengi aştı
Karalar ho dedi buruk'a düştü
Sırkıntı menemenci hep yalın kaçtı
Hani ya kabak hasan kodaz ali'niz.
Avşar'ın uyluğu tutmuyor atta
Tecirli de kaçtı gitti firkatta
Cerit'(in) hopuru çıktı yarsuvat'ta
Boz kartala pay oldu ya ölünüz
Bozdoğan davaya girmeden kaçtı,
Reyhanlı beyi de Halep'e düştü
Kozanoğlu duydu buna pek şaştı,
Hani ya hiç beri gelmez biriniz.
Çekildi Avşar'ın atlısı bindi
Cerit'in üstüne peştemal döndü
Göçmüş sırkıntılı yurduna kondu
Nerde kaldı kolu bağlı deliniz.
Der Dadal'ım hani beyler kalanı
Mistik paşa'm ne tez tuttun belen'i
Çapanoğlu gene yaptın planı
Hani sizin çakmak çalan eliniz.
-alıntıdır-
16 Ekim 2010 Cumartesi
Çilenin Öyküsü Kenan Sofuoğlu
27 Eylül 2010 Pazartesi
BABA MİRASI
Çocukluğumuzun vazgeçilmezidir uçurtmamız. Gökyüzüne attığımız imzadır o, bayrak gibidir. Bizimdir, bizi temsil eder. Kim iyi yapmışsa, ya da kim iyi uçurmayı biliyorsa onu temsil eder. Çoğumuz babasından öğrenmiştir, bilmiyorum benim öyle oldu. Babanızın size uçurtma yapıp sizinle gelerek onu uçurması da ilginçtir hani. Size bu işi mi öğretiyor yoksa bunun bahanesiyle kendi de çocukluğuna mı dönüyor orası tartışılır bence. Yapımı da masrafsızdır. Ne olacak çıta bulamazsan in dereye birkaç kamış kes, o daha da iyidir zaten malzeme hafif olur. Kaplık bulamazsak onun yerine bir poşet keseriz, ipliğini de annemizin oya kutusundan bir naylon ip kaçırarak hallederiz tamamdır. Günümüzde kaç çocuk uçurtma uçurur acaba, ya da kaç çocuğa babası bunu öğretir.
Olay sadece bir cismi havada gezdirmek midir sizce? Bence değildir. Özgürlüğün tadı vardır bunda. Size ait bir şeyi göklere çıkarıp onu gösterme çabası vardır. Hani yüksektekiler değerlidir ya, onu arama çabası vardır. İpinin önemi de ayrıdır. İp sağlam olmalı, ip kopunca düşünün her şey bir anda altüst olur. Hem ip sağlam olacak, hem tutmasını bileceksin. Yoksa özgürlüğün tadı kaçar.
İnşallah bu değerli mirası çocuklarımıza aktarma imkanı buluruz.
6 Eylül 2010 Pazartesi
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey
5 Eylül 2010 Pazar
KÖROĞLU EFSANESİ
23 Ocak 2010 Cumartesi
TARİH TEKERRÜR EDİYOR
21 Aralık 2009 Pazartesi
KARDEŞLİĞİMİZİN MÜHÜRÜ OLSUN
9 Aralık 2009 Çarşamba
KOMPLEKSLİYİZ
“Bırak ya yapamazsın, olmaz, gücün yetmez, paran yetmez, yaptırtmazlar, boş versene, hadi ordan sen de adam, geç bu ayakları, dünyayı sen mi kurtaracan” Haydaaaaaa….
Gel de işe başla. En çok da ailemiz ve arkadaş çevremiz söyler bunları. Hemen olumsuzluklar ve zorluklar göz önüne getirilir. Zaten yenik başlamışsınızdır maça. Maça girmenin anlamı kalmamıştır. Çocuğu yetiştirirken ne yapıyor ailelerimiz? “Aman evlat şuna karışma, buna karışma, boş ver, şunu yapma, bunu yapma” Sözler engel olucu, çocuğun ufkunu açıcı değil.
Çocuk hayata çekingen başlıyor. Bir şey yapmaktan çekiniyor. "Elin oğlu yapıyor ama biz yapamayız" diyor. Bunu beynine işliyor. Özgüven sıfır. Kendine ait bir konuşma şekli yok, giyim tarzı yok, düşünce sistemi yok, yaşama şekli yok. Millet olarak da böyleyiz. Türk milletiyiz diyoruz ama Türklüğümüze ait neyimiz kaldı. Halk müziğimizi pop-rock yaptık, güzel halk oyunlarımızı kendi yörelerimizde bile oynamaz olduk, dilimizi yozlaştırdık, tipimizi yozlaştırdık, aile kavramını alt üst ettik ve en önemlisi ayakta kalma nedenimizin bu kavramların korunması olacağını unuttuk. Biri ordan diyecek ki “Ya kardeşim güzel diyorsun da dünya globalleşiyor.” Düşünelim bakalım kim globalleşiyor. O yüzden mi Avrupa’da minarelerin kaldırılması söz konusu oldu.
Diyorum ki önce kendi gücümüzün farkına varalım ve özgüvenle yola çıkalım ve kahrolası aşağılık kompleksinden kurtulalım.
5 Aralık 2009 Cumartesi
GÜL GONCA İKEN GÜZEL
En büyük kavgaları bir dal gül çözebilir. Sevdiğimize kendimizi anlatamazsak bir gül veririz, her şeyi o anlatıverir.
İsmi de ne güzeldir değil mi?.”Gül” deyince iki şey akla gelir biri çiçek, biri de gülmek. Sevgili gülümüzdür, gülümüz de sevgilimiz.
Derler ya “Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür “diye. Gerçekten de öyledir. Bıçak yüzü kadar soğuk ve keskin bir delikanlının bile gözyaşlarını akıtıverir. Çok açılsa gözden düşer, kapalı olsa göze hitap etmez. Dedik ya “gül gonca iken güzeldir”.
3 Aralık 2009 Perşembe
YOLSUL MU, CAHİL Mİ?
Dar gelirli bir ailenin yaşam koşullarını ele alalım. Baba parayı zor kazanıyor. Daha çok kazanmak için eve geç geliyor. Dolayısıyla karısı ve çocuklarıyla yeterince ilgilenemiyor. Kadın sevgiye, evlat şefkate muhtaç. Bu da aile bağlarını zayıflatıyor. Kadın kocasını aldatabiliyor. Aileler boşanıyor. Çocuklar ise şefkati yanlış yerlerde arayabiliyor. Çocukla yeterince ilgilenilmediği için okuma problemi yaşıyor. Belki bir bilim dalında çok yetenekli fakat yanlış yönlendirildiği için başarısız oluyor.
Kişi fakir olunca yasal olmayan yollar mecburen meşrulaşmaya başlıyor. Hırsızlık, fuhuş, dolandırıcılık vs. hepsi kendiliğinden artıyor.
Cahillik mi? Zaten çoğumuz cahil. Kitap okumak bizim neyimize. O bizim için çok lüks. Geçim sıkıntısı kafamızı meşgul ederken, o kafayla bir de kitap mı okuyalım. Okusak çok farklı olacak ama ne yapalım şartlar böyle. (Bahane üretmeyi severiz.)
25 Kasım 2009 Çarşamba
AMCA LAFINI ÇEKMEMİŞ
Kıymetli bir dostum başından geçen bi olayı anlatmıştı, ben de sizle paylaşayım. Bizim dost birgün otobüse biner. Otobüste bir grup genç kız yüksek sesle gülüşüp şakalaşır. Toplu bir yer olunca bu da biraz sırıtır ve hoş karşılanmaz. Ekşimiş suratlar kızlara çevrilir. Otobüsteki yaşlı bir amcanın sözleri düşündürücüdür:
-Şu hale bak. Mustafa Kemal’ i, Fatih Sultan Mehmet’ i bunlar mı doğuracak.
23 Kasım 2009 Pazartesi
KARDEŞLİĞİN TÜRKÜSÜ
Bakıp Türk’ ün bayrağına
Fırtınalar dursun yana
1918 yılında Bakü, Ermeni ve Bolşevikler tarafından işgal edilmiş ve şehirde yaşayan halka katliam yapılıyordu. 28 Mayıs 1918 tarihinde Azerbaycan'ın Gence şehrinde kurulan yeni Azerbaycan Cumhuriyeti'nin yardım istemesi üzerine, Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki 20 bin kişilik ordu, Gence ve Şamahı üzerinden Bakü'ye hareket ettiler. 15 Eylül 1918'de,kurban bayramı sabahı Osmanlı Ordusu Bakü'ye girdi.
Bakü'nün işgalden kurtarılması sırasında 1130 asker şehit olur. (Bugün de söz konusu Osmanlı askerleri için Bakü'de Türk şehitliği bulunmaktadır.)Bu olay üzerine Azeri şair Ahmet Cevad Azeriler’ in duyduğu sevgi ve minneti kaleme alır. Şiir Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenir.
-alıntıdır-
Azeriler bizim öz kardeşimizdir. Birileri yapay husumet tohumları ekseler de bizim tarlalarımızda filizlenmeyecektir. TÜRK milleti var olsun.
22 Kasım 2009 Pazar
Felek kimine kavun yedirir, kimine kelek.
Yaklaşık 7-8 sene önce pazardan bir İsrail kavunu almıştık. Lezzeti, kokusu ve rengi çok hoşumuza gitti. “Şunun çekirdeğini ayıralım da seneye ekelim”dedik. Neyse vakti geldi ektik. Bitki gövdesi gayet güzel bir şekilde büyüdü ve iyi bir şekilde döl verimi oldu. Kelekler büyüdü. Olgunlaşmasını bekliyoz. Bekle ki olgunlaşsın. Bir türlü olmuyor. Kesiyoruz; acımsı limon tuzu gibi bir tat sözkonusu. Ben de daha önceden İsraillilerin tohumların genetik yapısını değiştirdiklerini ve öyle pazara sunduklarını duymuştum. Yani bir sene satın alınıp ekilen tohumun meyvesinden alınmış tohum ertesi sene vermiyomuş. Yaşayarak öğrenmiş olduk ama emekler boşa gitti tabi. Adamlar uyanık böyle bir teknolojiyle kendilerine bir pazar oluşturuyorlar. İşin bizim açımızdan kötü yanı; bitkiyi yetiştiriyosun tam olgunlaşmasını bekliyosun olmuyor. Çekilen emek, boşa giden zaman ve maddi zarar. Yani belki isteseler bitki en başından büyümez ve fazla zarar vermez şekilde genetik şifreyi ayarlayabilirler. Ama bu da bir strateji olsa gerek. (Bu durumun günümüzde bahsedilen GDO meselesiyle alakası olabilir. )
Çölün ortasında dünyanın en teknolojik tarımını yapan adamların çalışkanlığına bakıp imrenmemek elde değil.
ORTA ASYA’DAN İZLER
Birgün evde ay tutulmasından laf açıldı. Babam dedi ki “oğlum biz küçükken ay tutulmasında kaşlara (kaş: eski kerpiç binaların çatısı) çıkardık ve teneke çalardık”. O gün düşünmüş ve anlam verememiştim ta ki gök tanrı inancını okuyana kadar. Gök tanrı inancında ay tutulmasının kötü ruhlar tarafından meydana geldiğine inanılırmış. Bu kötü ruhları kovmak için de gürültü yaparak defetmeye çalışılırmış. Bugün de Anadolu da bazı yörelerde ay tutulmasında silah atılırmış.
Aşağıdaki alıntı bu durumu şöyle açıklıyor:
-Yakut Türkleri ay tutulmasını ayın küçülmesi olarak yorumlamakta, bu küçülmenin ayın kurtlar ve ayılar tarafından yenmesinden kaynaklandığını düşünmektedirler. Altaylılar ise ay tutulmasının “Yelbegen” isimli yedi başlı bir canavarın ayı yemesi sonucu oluştuğuna inanmaktadırlar. Orta Asya’da bu yaratıkları korkutup kaçırmak ve ayı kurtarmak için de havaya taş atılmakta ve gürültü yapılmaktadır.
Bu inanışın devamı olarak bugün de Anadolu’da ay tutulması sırasında havaya silâh sıkılır, teneke çalınır ve gürültü yapılır.-
Orta asya kültüründen batıl bir kalıntı bugünlere gelmiş ve farkına varmamışız.