11 Eylül 2012 Salı

Hızır (as) ile Hz. Musa (as)

Birgün Hızır (as) ile Hz. Musa yolda giderken Hızır (as) Hz. Musa’ya:
-Artık seninle burada ayrılıyoruz.Çünkü sen benim yaptıklarıma dayanamazsın.demiş.Hz. Musa ise hayır ben seninle gelmek istiyorum.Söz veriyorum yaptıkların hakkında sana hiçbirşey sormayacağım.demiş.Böylelikle yola çıkmışlar.Biraz gittikten sonra karşılarına bir gemi çıkmış.Bu gemi yoksullara aitmiş.Hızır (as) bu gemide bir delik açmış.Hz. Musa bunu görünce “sen ne yapıyorsun,şimdi bu insanlar nasıl gidecekler,bunu neden yaptın?”demiş.Hızır (a.s.) ise “hani bana birşey sormayacaktın.Tamam buraya kadar artık seninle ayrılıyoruz.”demiş.Hz Musa bunu duyunca “tamam bir daha ağzımı açmıyacağım.” demiş.Tekrar yola koyulmuşlar.Yolda giderlerken Hızır (as) bir çocuğu öldürmüş.Musa (a.s.) iyice hiddetlenmiş ve “sen ne yapıyorsun, o daha çok küçük, onu neden öldürdün.” demiş.Hızır (a.s.) yine “hani birşey sormayacaktın, artık bu kadar yeter,seninle yollarımız burada ayrılıyor.” demiş.Hz. Musa tekrar özür dileyerek bir daha yapmayacağını söylemiş.Tekrar yola koyulmuşlar.Ve sonunda bir köye varmışlar.O köydeki kadınlardan su ve yiyecek birşey istemişler.Fakat kadınlar Hızır (a.s.) ile hz.Musa’yı kovmuşlar.Buna rağmen Hızır (a.s.) köyün tam çıkışındaki yıkılmak üzere olan bir duvarı onarmış.Hz. Musa bunu görünce tekrar bağırmaya başlamış.Ve Hızır (a.s.) :
-Tamam bu kadar yeter sana herşeyi anlatacam ve seninle ayrılacağız.Gemiyi delmemim sebebi ileride sağlam gemileri ele geçiren korsan gemisi vardı.Gemiyi deldim ki o korsanlar gemiyi sağlam diye ele geçirmesinler.Çocuğu öldürmemin sebebi o çocuk büyüyünce inkarcı,kafir bir çocuk olacaktı ve ailesine eziyetler edecekti.Bundan dolayı küçük yaşta öldürdüm ki büyüyünce böyle olmasın.Gelelim duvarı onarmama…
O duvarın altında iki yetim çocuğa bırakılan miras var. Bu duvar zamanla yıkılacak ve artık o arsayı ekin ekmek için kullanacaklar.Bu yüzden onardımki çocuklar büyüyene kadar idare etsin, çocuklar büyüyünce mallarını alsınlar.

9 Eylül 2012 Pazar

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI ÖYKÜSÜ

Olay Yozgat Akdağmaden 'inde olur. Komşu kızı ile beşik kertmesi olan bir genç askerde vereme yakalanır. Uzun süre hastanede yattıktan sonra Hava değişimi olarak memleketine gönderilir.
Memleketi Yozgat'a (Akdağmadeni) gelen genç sözlüsünü görmek için onlara koşar ama sözlüsünün ailesi gence kızlarını göstermek istemez. Bu duruma daha da üzülen gencin hastalığı ilerlerler. Ailesi elinden geleni yapar ama fakirlik ve imkansızlık da vardır.
Genç tedavi için İstanbul'a getirilir ve burda bir  hastaneye yatar, pencereden gördüğü incir ağacından aldığı ilhamla aşağıdaki türküyü söyler.Yakalandığı amansız hastalıktan kurtarılamayarak hastanede ölür. Ailesi yoksulluk sebebiyle cenazesini Yozgat'a getiremez., Cenaze İstanbul'da kalır.

HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI
Hastane önünde incir ağacı
Doktor bulamadı bana ilacı
Baş tabib geliyo zehirden acı

Garip kaldım yüreğime dert oldu
Ellerin vatanı bana yurt oldu
Mezarımı kazın bayıra düze

Benden selam söyleyin sevdiğim gıza
Başına koysun, karalar bağlasın
Gurbet elde kaldım diye ağlasın

-ALINTIDIR-

23 Aralık 2011 Cuma

ARSLAN VE AV HAYVANLARI (MESNEVİDEN)



Hoş bir vâdide bulunan av hayvanları, arslan korkusundan huzursuzluk içinde idiler. Çünkü arslan, zaman zaman pusudan çıkıyor, hayvanlardan birini kapıyordu. Bu yüzden o vâdi, onların hoşuna gitmez bir yer olmuştu. Hayvanlar hileye baş vurdular. Arslanın yanına geldiler, ona dediler ki: ”Biz sana her gün, ne yiyecek isen, getirir, veririz seni doyururuz. Bundan sonra avlanmaya çıkma, pusuya yatıp, bir av peşine düşüp bizi ürkütme ve bu otlağı, bu vâdiyi bize zehir etme….” Arslan hayvanlara dedi ki: ”Sizden hile değil de vefâ görsem, dediğiniz doğru ama, ben şundan bundan çok hile gördüm, çok ağzım yandı. Ben insanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum. O yılanlar, o akrepler tarafından çok ısırılmışım. İçimde pusu kurmuş olan nefis ise, hilede, kin gütmede insanlardan fenâ, beter. Benim kulağım, ’Gerçek mü’min bir yılan deliğinden iki defa sokulmaz’ hadîsini işitti ve Peygamberin bu sözünü canla gönülle kabul etti. Hepsi de; ”Ey her şeyden haberi olan hakîm! Sakınmayı bırak, çünkü sakınmak, insanı kader hükmünden kurtaramaz.” dediler. Arslan dedi ki: ”Evet kader hükmüne uymak, Allah’a tevekkül etmek yol göstericidir, ama sebeplere baş vurmak da peygamberin sünnetidir. Hz. Peygamber yüksek sesle buyurmuştur ki: Devenin dizini tevekkül ile bağla…” ‘Çalışıp kazanan Allah’ın sevgilisidir’ hadîsini dinle, tevekkül edeceğim diye sebeplere sarılmakta tembellik etme.” Hayvanlar, arslana dediler ki :Rızık için çalışıp kazanmak halkın i’tikad inanç zayıflığındandır.İnsanların kazançları, hırsları miktarınca elde ettikleri riya lokmasıdır. Gökten yağmur yağdıran Allah’ın, rahmeti ile ekmek vermeğe de gücü yeter.” Arslan dedi ki: “Evet dediğiniz doğrudur. Fakat Allah, ayağımızın önüne de bir merdiven koymuştur. Dama basamak basamak çıkmak gerek. Burada cebrî olmak, her şeyi Hakk’tan bilmek, ham bir ümittir. Ayağın varken kendini nasıl topal edersin? Elin varken pençeni yapma gücünü nasıl gizlersin? Efendisi kölenin eline beli verince, söz söylemeden, efendinin ne dediği anlaşılır. Bele benzeyen el de, Hakk’ın bir işâretidir. Çalışmamız için bize verdiği bir emirdir. İşin sonunun düşünme gücümüz ise, onun sözleri, buyruklarıdır. Her şeyi çalışmamıza bir sebeptir.” Hayvanların hepsi de, arslana bağıra bağıra dediler ki:”Sebep tohumlarını eken o harîsler…. Yüz binlerce kadın ve erkek, sebeplere baş vurdukları halde, ne diye zamanın faydalarından birisini elde edemediler?
Dünya kurulalıdan beri, yüz binlerce devirler içinde, sayısız insanın ağzı ejderha gibi açıldı.
O akıllı ve bilgili insanlar, öyle hilelerle baş vurdular ki, hilelerinden dağla bile yerinden koptu.
Bunca tedbirlerine rağmen, gerek ava giden kişilerin, gerekse çeşitli işlerde hırsla çalışanların ellerine, ezelde verilen kısmetten başka bir şey geçmedi. Bütün bu uğraşan, didinen insanların hepsi de tedbirlerinden, çalışmalarından âciz kaldılar, bir şey elde edemediler, sonra da Allah’ın emri ve takdiri ne idi ise, o oldu. Ey tanınmış kişi, kazanmayı bir addan başka bir şey bilme, ey hilekâr, senin bu hileli çalışmalarını da, bir vehimden başka bir şey sanma.” Arslan: ”Evet.” dedi. ”Tevekkül doğrudur. Fakat bir de peygamberlerin ve müminlerin çalışmalarına bak. O mübârek insanlar, türlü cefâlar, mihnetler çektilerse de yılmadılar, Allah onların uğraşmalarını, didinmelerini boşa çıkarmadı. Onların tedbir ve çare aramaları, her zaman hoş ve latîf oldu; zâten güzelden ne gelirse güzeldir. Onların tuzakları, göklerin mânâ kuşunu yakaladı. Çalışmaları yardımı ile onlar, noksanlardan kurtuldular, tamamıyla kemâl mertebesi buldular. Ey mânâ yolunu isteklisi, ey Hakk âşıkı, gücün yettikçe peygamberlerle, velîlerin yolunda bulunmaya çalış. Arslan, bu çeşit bir çok deliller getirdi, O cebrîler, yâni av hayvanları, arslanın cevaplarını dinleyip kandılar. Tilki, ceylan, tavşan, çakal cebrîliği bıraktılar, dedikoduyu kestiler. Bu alış verişte ziyana düşmemek için, kükremiş arslanla anlaşmaya vardılar. Her günün payı zahmetsizce arslana gidecekti. Bu sûretle onun da başka bir isteği olmayacaktı. Her gün kur’a, hangi hayvana düşerse, o hayvan, pars gibi koşup, arslanın yanına gidecekti. Bu ölüm kadehi, bu kur’a döne dolaşa tavşana gelince, tavşan: ”Bu cefâ daha ne vakte kadar sürüp gidecek.” diye bağırdı. Hayvanlar dediler ki: ”Bunca zamandır, biz, ahdimize vefâda bulunduk, sözümüzde durduk, bu uğurda canlarımızı fedâ ettik. Ey inatçı tavşan, bizim adımızı kötüye çıkarma, haydi, çabuk yürü git, arslan incinmesin…” Tavşan; ”Dostlar, kızmayın, bana mühlet verin de hilemle, ona oyun oynayacağım, oyunla, sizde belâdan çıkın kurtulun.” dedi. “Mühlet verin de, hilemle canınız eman bulsun, bu can kurtaracak hilem, oğullarınıza miras kalsın, söylensin dursun.”
Hayvanlar, tavşana dediler ki: ”Bizim sözümüze kulak ver, tavşan olduğunu unutma, haddini aşma… Bu ne biçim lâf? Senden daha iyi, daha güçlü olanlar, bu sözü hatırlarına bile getirmediler. Sen, ya gurura kapıldın, yahut da başımıza gelecek bir kaza var. Yoksa böyle bir söz, senin gibi bir âcize, bir zavallıya nasıl yaraşır?” Tavşan; ”Dostlar” dedi. ”Bu sözleri bana Allah ilhâm etti. Bu yüzdendir ki, benim gibi âciz ve zavallı bir mahlûkta, kuvvetli bir fikir ve bir kurtuluş tedbiri hâsıl oldu. ”Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına öğrettiği hüner ve ma’rifet ne arslan da vardır, ne de yaban eşeğinde… Arı, taze balla dolu petekler yapar, Allah, o bilginin kapısını ona açmıştır.
Allah’ın ipek böceğine öğrettiği hüneri, hangi fil bilir? Ondan sonra hayvanlar; ”Ey çevik tavşan!” dediler. ”Aklında ne varsa ne düşünüyorsan onları söyle, ortaya koy. Sen cüssene bakmadan, bir arslan ile uğraşmaya kalkmışsın. Bu hususta aklına gelen tedbir ne ise, bize de söyle. Birbirinden fikir sormak, danışmak, ayıklık, uyanıklık verir, akıllar akla yardım eder.” Hz.Peygamber Efendimiz; ‘Ey tedbir sahibi kişi, bir kere de güvendiğin bir kimseye danış.’ diye buyurdu.”
Tavşan dedi ki: “Her sır açığa vurulmaz. İşin sonunun ne olacağını bilemezsin, bazen tek dediğin çift, bazen de çift dediğin tek olur.Aynanın saflığını berraklığını, yüzüne karşı söyleyecek olursan, ayna çabucak buğulanır, bulanır da bize göstermez. Şu üç şey hakkında dudağını az kımıldat: Fikrini, kanaatını, paranı, bir de mezhebini kimseye söyleme. Çünkü bu üç şeyin düşmanı çok olur. Düşman bunları bilince sana pusu kurar. Bir sırrı, iki kişiye söyledin mi artık o sırra vedâ et. İki kişiyi aşan bütün sırlar, yayılır gider.” Tavşan gitmeyi bir zaman geciktirdi. Sonra kalkıp pençesi kuvvetli arslanın yanına gitti. Tavşanın gecikmesinden ötürü, arslan kızgınlığından toprağı kazıyor, kükreyip duruyordu. Kendi kendine diyordu ki: ”Ben zâten o alçakların ahidleri hamdır, gevşektir, onlar sözlerinde durmazlar “ demiştim. Onların bir ağızdan bağrışıp ulumaları beni aldattı. Şu zaman beni ne vakte dek böyle aldatacak.” Arslan, öfkeli bir halde diyordu ki: ”Düşman kulağıma aldatıcı sözler söyledi de, benim gözümü bağladı. Cebrî olan o hayvanların hileleri beni bağladı. Onların sahte kılıçları bedenimi yaraladı. Bundan sonra ben, artık,onların riyâkâr sözlerini, aldatıcı bağrışmalarını dinlemem, o seslerin hepsi de şeytan sesleri, gülyabânî sesleri. Ey gönül durma onları parçala, postlarını yüz, zâten onlar posttan başka bir şey değildir.”
Öfkelenip duran, coşup köpüren arslan, tavşanın uzaktan gelmekte olduğunu gördü. Tavşan korkusuz ve küstahça koşuyordu. Öfkeli, asık suratlı idi, kızmış, aksileşmişti, Çünkü o, kırık dökük bir hale gelmek, suçlu gibi görünmek istemiyordu. Cesur ve korkusuz görünmekle, şüpheleri üzerinden atacaktı. Tavşan ilerleyip yaklaşınca, arslan ona: ”Ey soysuz!” diye haykırdı. “Ben ki, öküzleri parçalamış, erkek arslanların kulaklarını burmuş, onları yola getirmiş bir kahramanım. Senin gibi bir tavşan parçası kim oluyor ki, benim gibi bir arslanın emrini ayaklar altına atıyor.” Tavşan: ”Aman efendim” dedi. ”Lütfeder de bağışlarsan, bir sözüm var arz edeyim” Arslan dedi ki: ”Ey ahmakların anlayışsızı, basiretsizi, ne gibi özrün var? Pâdişahların huzuruna böyle mi; bu vakitte mi gelirler? Sen vakitsiz öten bir horozsun, senin başını kesmek gerekir. Zâten ahmağın özrü dinlenmeğe değmez ki… Ahmağın özrü, kabahatinden beterdir. Câhilin özrü ise, ilmin zehri mesâbesindedir. Ey tavşan senin özründe bilgi yok, bomboş. Ben tavşan değilim ki, böyle bilgisizce söylenmiş bir sözü kulağıma sokabileyim.” Tavşan ; ”Pâdişahım” dedi. ”Adam olmayanı, adam yerine koy. zulüm görmüş, canı yanmış birisinin de özrüne kulak ver. Hele yolunu şaşırmış bu zavallıyı, pâdişahlık makamının zekâtı, şükranı olarak kabul et, onu yolundan kovma. Bütün ırmaklara, arklara su veren, o büyük deniz bile çeri çöpü başının üstünde gezdirir. Bu keremi yüzünden denizden bir şey eksilmez, bu kereminden ötürü deniz, ne çoğalır, ne de azalır. Arslan ; ”Ben “ dedi. ”Keremi, iyiliği yerine göre yaparım, yerinde lütüfta bulunurum. Herkese boyuna göre elbise biçerim.” Tavşan dedi ki: ”Her ne kadar lütfa lâyık değilsem de, beni dinle. Zâten ben nehir ejderhasının önüne başımı koydum, ne yaparsan yap. Ben kuşluk vakti yola düşmüş, arkadaşımla beraber pâdişahımın huzuruna geliyordum.
Arkadaşlarım, senin için, benimle beraber başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişler, yollamışlardı. Yolda önümüze çıkan bir arslan, kulunuza ve huzurunuza gelmekte olan yol arkadaşıma saldırdı, her ikimizin de canına kast etti. Bize saldıran arslana dedim ki: ”Biz pâdişahlar pâdişahının kullarıyız, o kapının değersiz iki küçük kapı yoldaşlarıyız. Bize dokunma…” Fakat, o, hiddetlendi de dedi ki: ”Pâdişahlar pâdişahı dediğin de kim oluyor? Benim huzûrumda, öyle her adam olmayanın adını ağzına almaktan utan! Her ikiniz de, kapımdan döner giderseniz, hem seni, hem de pâdişahını paramparça ederim.” Ben de o arslana dedim ki: ”Bana izin ver de bir kere daha pâdişahımın yüzünü göreyim de, ona, senden haber vereyim.”
O arslan da bana; ’Yoldaşını, yanımda rehin bırak, yoksa inancıma göre sen, benim kurbanımsın.” dedi. Ona çok yalvardımsa da hiç fayda etmedi. Arkadaşımı rehin olarak aldı, beni yalnız bıraktı. Arkadaşım, letâfette, güzellikte ve semizlikte benim üç mislim idi.
Bundan sonra o arslan yüzünden o yol kapanmıştır. Bizim hâlimiz de arz ettiğim gibi oldu.
Bundan sonra,sana gönderilen günlük nafakadan ümidini kes, ben sana doğruyu söylüyorum, doğru ise acıdır. Eğer sana, günlük nafaka gerekse, yolu temizle, haydi gel de o korkusuz arslanı ortadan kaldır.” Arslan dedi ki: Haydi bakalım, bismillah, gidelim, O bahsettiğin arslan nerededir? Doğru söylüyorsan öne düş… Gidelim de onun cezasını vereyim, onun gibi yüzlercesinin de. Bu söylediklerin yalansa senin de hakkından gelirim.” Tavşan arslanı tuzağa düşürmek için kılavuz gibi önüne düştü. Önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yürümeğe başladı. Tavşan bu derin kuyuyu onun canına tuzak yapmıştı. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana su gibi, saman altında yürüyen bir tavşan. Kuyu yanına gelince, arslan, tavşanın geri kaldığını gördü. Ona dedi ki: ”Niçin ayak sürüyorsun? Geri kalma, öne düş.” Tavşan: ”Ayağım nerede? Korkudan bende el ayak kalmadı ki, canım tir tir titriyor. Yüreğim yerinden oynadı.” dedi. “Yüzümü görmüyor musun? Betim, benzim sapsarı. Zâten, rengim içimin ne hale geldiğini haber veriyor.” Arslan: ”Sen, şu hastalık sebeplerini bırak da, neden geri kaldın? Bana onu söyle, onu öğrenmek istiyorum.” dedi. Tavşan: ”O arslan” dedi. ”Bu kuyuda oturuyor. O, bu kalede, her türü âfetlerden emîndir.” Arslan dedi ki: ”Korkma, ileri gel. Benim açacağım yara onu kahreder. Bir bak bakalım o arslan orada mı? Tavşan: ”Ben o ateşten yanmışım, yaklaşamam.” Dedi. “Sen beni kucağına alırsan… Ey kerem madeni, ancak o zaman gözümü açar, kuyuya bakabilirim. ” Arslan tavşanı kolları arasına aldı O da arslanın himayesinde kuyuya kadar sokuldu. Kuyuya baktıkları zaman, su içinde, arslanın ve tavşanın hayâli göründü.
Arslan suda kendi aksini gördü, Kuyuda bir arslan, kucağında da semiz bir tavşan görünmekte idi. Arslan, düşmanını suda görünce, tavşanı bıraktı kuyuya atladı. Kazdığı kuyuya kendisi düştü. Yaptığı zulüm kendi başına geldi. Tavşan, kurtulduğuna sevinerek müjde vermek için hayvanların bulunduğu ovaya koştu. Arslanın kuyu içinde inleyerek öldüğünü gördüğü için tavşan, çayıra doğru koşarken, sevincinden oynuyor, çarh atıyordu. Ölümün elinden kurtulduğu için havada oynayan dal gibi, yaprak gibi raks ediyor, sallanıyor, el çırpıp duruyordu.
Durumu öğrenen bütün vahşî hayvanlar, güle oynaya, sevinerek, zevke dalıp coşarak, sıçrayıp oynamaya başladılar. Etrafında halka oldular. Tavşanı mum gibi ortaya aldılar. Karşısında saygı ile yerlere kapanıp dediler ki: “Sen gökten inmiş bir melek misin? Yoksa peri misin. Hayır hayır, ne meleksin ne de peri, sen erkek arslanların Azrâil’isin. Ne olursan ol, canımız sana kurban olsun, onu yendin, elin, kolun sağ olsun. Bir kere daha söyle, onu nasıl kandırdın, nasıl faka bastırdın? O zâlimi hangi hile ile kahrettin? Bir kere daha söyle de, hikâyen derdimize derman olsun, bir kere daha söyle de, can yaralarına merhem olsun.” Tavşan dedi ki: ”Ey büyük varlıklar, benim bu başarım, Allah’ın yardımı ile oldu. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, böyle bir iş yapabilsin? Allah,benim koluma kuvvet, gönlüme nûr ihsan etti. Gönlümdeki nûrda elime, ayağıma güç verdi.”

3 Kasım 2011 Perşembe

UÇURUMUN KENARINDAYIM HIZIR

Kalp atışlarımızın arttığı, iştahımızın kesildiği, dünyadaki en mühim işin onu düşünmek olduğu anlarımız oldu. Aşk sarhoşluğu içinde kimseyi gözümüzün görmediği, kimseyi duymadığımız günler ;bir canlıya en çok anlam yüklediğimiz günler ; yüzüne bakınca ilahi bir nur, bir hikmet gördüğümüz günler. İşte o günler ister istemez kendimizi bir uçurumun kenarında hissederdik muhteşem belaya nazır. Ve dilimize işte bu mısralar dolanırdı bir masal alemi gibi. Her bir hecesi ok gibi saplanırdı kalbimize. Uçurumun kıyısında son nefesimizi onu düşünürken verme arzusu, bir dilber sevdasının bir uçuruma eşdeğer oluşu, dünyada hiçbirşeyden korkmazken onu incitme korkusu, onu kaybetme korkusu gibi karmaşık duygular..."Böyle aşkları hak edecek insan var mıdır?" diye sorar dostlarım." Varsın olmasın, önemli olan böyle aşkı barındırabilecek kalpler kaybolmasın" cevabım. Ben yine de uçurumun kenarındayım.

Uçurumun kenarındayım Hızır
Bir dilber kal'asının burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avucunda
Koca yâr adım çağırır
Kaldım parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgar yetecek
Ha itti beni ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır
Güzelliğin zülme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzdan
Dabbet-ül arz dan
Yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum senden

Ömer Lütfi METE

KÜRŞAT İHTİLALİ


Kürşat ihtilali TÜRK tarihinde karakteristik ve çok önemli bir olaydır. Türkler’in tarihleri boyunca bağımsızlıklarını kaybettikleri sadece 5000 yıllık tarihlerinde 50 yıllık bir dönemdir. Ve Kürşat İsyanı da, ilk ve son olan bu esaret yıllarına son vermiştir.
Prens Kürşat, Göktürk Hanedanı’ndan 10. Büyük Türk İmparatoru Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. 630 lu yıllarda kararsız bir adam olan yeni Türk Hakanı Kara Kağan’ın basiretsiz idaresi, üst üste gelen soğuk ve kıtlık yılları Türk illerinde büyük tahribat yaptı. Bu durumdan yararlanan Çin Ordusu, Türk Ordusu’nu bozdu. Kara Kağan ile 100000 Türk, Çinliler’e esir düştü. Yönetim kadrosu esir alınan Türkler bağımsızlıklarını kaybettiler.
Türkler kendilerine Çin tarafından atanan Sirba Kağan’ı tanımadılar. Gizli gizli 40 kişilik bir ihtilal komitesi kurdular. 40 Türk asilzadesi Prens Kürşad’ı başkan seçtiler.
Türk ihtilal komitesinin planı şöyleydi.Çin imparatoru Li Şihmin esir edilecek, Türk illerine kaçırılacak, sonra Çin sarayında esir tutulan 100000 Türk’e karşılık değiştirilecek. İhtilal başarıya ulaşır ulaşmaz da süratle Türkler ayaklanacaklar ve savaşarak bağımsızlıklarını ve topraklarını geri alacaklardı.Kürşad ve 39 arkadaşı ;kılık değiştirerek gezen Çin İmparatoru’nu kaçırmak için Çin’e girdiler. Ancak o gece fırtına çıktı ve İmparator saraydan ayrılmadı. Kürşad gecikilirse ihtilalin duyulup Türkler’in kılıçtan geçirilmesinden korktu. Akıl almaz bir cesaretle, imparatorluk sarayını basıp imparatoru silah kuvvetiyle ele geçirmeye karar verdi. Arkadaşlarının Çinliler’le kıyas edilmez derecede iyi silah kullanmalarına güveniyordu.Gerçekten o gece 40 Türk asilzadesi sarayı bastı. Pek kanlı bir çarpışma oldu. Yüzlerce Çinli muhafız, 40 Türk’ün keskin nişancılığına ve vuruş maharetine dayanamadı. Türk okları ve kılıçları altında can verdi. Çinli askerlerin yerden biter gibi çoğalmalarını gören Kürşat, sarayı terketmek emrini verdi. İmparatorun ahırına hücum eden 40 Türk, seyisleri öldürüp atlara atladılar ve Çin başkentinden çıkmayı başardılar. Ancak bütün bir Çin Ordusu 40 Türk’ün peşine takıldılar. Vey ırmağı kıyısına gelen 40 kahraman bir kaç yüz Çin askerini okladıktan sonra, gözyaşartıcı bir kahramanlık sahnesi içinde öldüler. Kürşad ve 39 arkadaşı, Vey ırmağı kıyılarının sarı toprakları üzerinde kaldılar.İhtilal başarılamadı diye Çin boyunduruğundaki Türkler sinmediler. Bütün Türk illerinde bir İstiklal rüzgarı esti. Hiç bir milletin tarihinde böyle bir kahramanlık olayı yoktur. 40 Türk’ün saldırısı düşmanları iliklerine kadar ürpertti. Türkler’de ise önüne geçilemez bir derecede kabarmış olan bir bağımsızlık arzusunu kamçıladı. Kürşad ve 39 arkadaşının bu kahramanlığı tüm Türk illerine dalga dalga yayıldı ve TÜRK esaretine son verdi.

-alıntıdır-

2 Kasım 2011 Çarşamba

MEHMET AKİF 'TEN




Zulmü Alkışlayamam

Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım!..
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle!
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...
İrticâın şu sizin lehçede ma'nâsı bu mu?

1 Kasım 2011 Salı

DADALOĞLU


Dadaloğlu Osmanlı Devleti 'nin Anadolu Türkmenlerini iskân politikasına tepki olarak tanınmış bir halk ozanıdır. 18. yüzyılın son çeyreğinde Kayseri'nin Tomarza ilçesinde doğup 19. yüzyılın ortalarında öldüğü bilinmektedir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Oğuzların Avşar boyundandır.

Osmanlı Devleti'nin konar-göçer Avşar, Karsantı, Sırkıntı, Bozdoğan, Kırıntı, Berber, Menemenci gibi Türkmen aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için verdiği uğraş, yer yer başkaldırılara ve çatışmalara neden olmuştur. Dadaloğlu'nun şiirleri, yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin sesi ve sözlü tarihi sayılabilir.

Dadaloğlu diğer 19'uncu yüzyıl halk ozanlarının üstün yeteneği ile, Köroğlu 'nun yiğit ve kavgacı anlatımını birleştirir.


Avşar Elleri


Kalktı göç eyledi avşar elleri

Ağır ağır giden eller bizimdir

Arap atlar yakın eyler ırağı

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.


Belimizde kılıcımız kirmani

Taşı deler mızrağımın temreni

Hakkımızda Devlet Vermiş Fermanı

Ferman padişahın dağlar bizimdir


Dadaloğlum yarın kavga kurulur

Öter tüfek davlumbazlar vurulur

Nice koç yiğitler yere serilir

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir.

* * *

Yarsuvatta güreş ettim yıkıldım

Dokuzyüz atlıynan harbe dıkıldım

Yüzü burda sekizyüzü nicoldu."

demektedir. Bu türkünün aşiret kavgasında Kozanoğlu, Dulkadiroğlu ve Ali Osman Oğlu isimli beylerin Maraş'ın üst tarafında bulunan Kırım isimli yerden gelerek Çukurova' ya yerleşmek isteyen Ceritler ile kavgaya girmemesi ve bundan haberi olmayan bu gün Kozan Kadirli arasında bulunan Anavarza Kalesine ulaşınca söylediği bilinmektedir. Türküde:


"Sana derim sana Anavarza Kalesi

Sana konup göçenlerin nicoldu"

diye hüküm sürmekte olan bu beyler ,Ceritler önünce çekilince Ceritler Çukurova'yı istilaya başlamış ve bunun doğal sonucu olarakta Çukurova da aşiret kavgaları başlamıştır. Çukurova halkı ve Ceritler konar-göçer olduğundan Gavurdağını ve Kozandağını kontrol altına alarak Erzin, Kadirli ve Kozan gibi kasabalar Fırka-i İslahiye'nin kurduğu veya yeniden düzenlediği yerlerdir. Dadaloğlu'nun Gavurdağı-Kozandağı arasında hareket eden aşiret beylerinden biri olduğu bilinmektedir. Kozan Dağları, Binboğa Dağları ve Gavurdağları'nda aynı isimde yerlerin bulunması ve her yörede sözlü hikâyenin farklı anlatılması türkülerin veya türkü mısralarının farklılık göstermesi de bundandır.Gerçek olan bir şey vardır. O da Dadaloğlu'nun Çukurova, Kozan, Binboğa ve Gavurdağı yöresinde konar-göçer bir halk ozanı olarak yaşadığıdır. Çok bilinen bestesi yapılan şiirlerinden iki tanesi


KARALAR BAĞLADI BURUĞU DÜŞTÜ

Karalar bağladı buruğu düştü

Misis mihenk imiş alasın kaçtı

Sırkıntılı karahacılı kaçtı

Boz kartala pay oldu ya ölünüz


Avşar'ın uyluğu duruyor atta

Cerid'in hopuru çıktı yarsuvat'ta

Kaçtı tecirliler hep selamette

Kaçın sırkıntılı gavur dağı carınız


Çekildi Avşar'ın atlısı bindi

Cerid'in üstüne peştemal döndü

Göçmüş sırkıntılı yurduna kondu

Nerde kaldı kolu bağlı delimiz


Der Dadal'ım bu böyle olmadı

Atlı fena düştü birbirini bulmadı

Yürü bire cerit sana yurt kalmadı

Geç arabistan'a amut yolunuz


MİSİS KÖPRÜSÜ DE MÜHENGİ AŞTI

Misis köprüsü de mühengi aştı

Karalar ho dedi buruk'a düştü

Sırkıntı menemenci hep yalın kaçtı

Hani ya kabak hasan kodaz ali'niz.


Avşar'ın uyluğu tutmuyor atta

Tecirli de kaçtı gitti firkatta

Cerit'(in) hopuru çıktı yarsuvat'ta

Boz kartala pay oldu ya ölünüz


Bozdoğan davaya girmeden kaçtı,

Reyhanlı beyi de Halep'e düştü

Kozanoğlu duydu buna pek şaştı,

Hani ya hiç beri gelmez biriniz.


Çekildi Avşar'ın atlısı bindi

Cerit'in üstüne peştemal döndü

Göçmüş sırkıntılı yurduna kondu

Nerde kaldı kolu bağlı deliniz.


Der Dadal'ım hani beyler kalanı

Mistik paşa'm ne tez tuttun belen'i

Çapanoğlu gene yaptın planı

Hani sizin çakmak çalan eliniz.


-alıntıdır-


16 Ekim 2010 Cumartesi

Çilenin Öyküsü Kenan Sofuoğlu

Doğum Tarihi: 25.08.1983
Doğum Yeri: Adapazarı
Boyu: 1.74 cm
Kilosu: 61kg.
Medeni hali: Bekar
Hobileri: Futbol, sinema, müzik
Favori yiyeceği: Balık, Şiş Kebap
Favori pisti: Oschersleben, Nurburgring
Takımı: Ten Kate Honda
Motor: Honda CBR600RR
Kariyeri
2007: World Supersport Şampiyonu
2006: World Supersport Championship (3rd)
2005: European Superstock championship (2nd)
2004: European Superstock championship (3rd)
2003: German Supersport championship (2nd)
2002: Yamaha Cup champion
2001: Turkey Supersport championship (2nd)
* * *
Motorunun numarası 54′ün simgelediği kent Adapazarı’nda, babası İrfan ustanın dükkanında başladı Kenan Sofuoğlu’nun motosiklet aşkı. 15 yaşında drag yarışlarıyla motosiklet sporuyla tanıştı. 16 yaşında özel izinle yarışlara katıldı.1999'daki Adapazarı depreminde göçük altında kaldı. Enkazdan sağ çıkarak, kısa süre içerisinde Türkiye'deki birçok yarışta ilk sırada yer aldı.Bir yarışta geçirdiği kaza sonucu ayağı kırılan ağabeyi Sinan Sofuoğlu'nun motoruyla yaptığı ilk drag yarışını kazandı.2001 yılında Honda-Castrol takımında 2 ağabeyiyle birlikte yarıştı. Türkiye Pist Şampiyonası'nda Üç kardeş kürsüye çıkmayı başardı.Almanya'da elde ettiği Yamaha R6 Shell Cup Şampiyonluğu sonrası Yamaha takımının dikkatini çekti. Yamaha'nın yarışmalardaki masraflarını karşıladı ve uzun süre Almanya lisansıyla yarıştı.2001 yılında yaşanan ekeomik kriz sonrası sponsoru Honda'yı kaybetti.2002 yılında en büyük ağabeyi Bahattin bir otomobil kazasında yaşamını yitirdi.2002'de Türkiye Motosiklet Federasyonu tarafından (TMF) keşfedildi.2004 yılında Avrupa 1000 cc Super Stock kategorisinde üçüncü olarak, bu başarıyı kazanan ilk Türk sporcu olarak tarihe geçti.2005'te FIM Dünya Kupası'nda 8 yarışta 7 kez podyuma çıktı. 22 yaşında elde ettiği ikincilikle yeni bir uluslararası zafere imza attı.2005'de Superstock-1000'de ilk iki yarışı kazandı, ancak yaptığı bir kaza sonucu bileğini kırması sebebiyle Misano'daki yarışa katılamadı. Sezonu 2. tamamladı.2006'da sponsorluk sorunları nedeniyle Yamaha Almanya takımından ayrıldı. 2005'in şampiyonu ekibi Winston Ten Kate Honda Takımı’na transfer oldu. .Geçtiğimiz sezon Supersport WM'de 3. oldu. Türkiye'de 650'yi aşkın kupa kazandı. Yurt dışında 50'den fazla kez podyuma çıkarak, Türk bayrağını Avrupa'da dalgalandırdı.Bu yıl 9 yarışın 6'sını kazandığı Supersport Dünya Şampiyonası'nda en yakın rakibinin 70 puan önünde lider durumda bulunan Kenan Sofuoğlu, 5 Ağustos Pazar günü İngiltere'nin Brands Hatch pistinde de geçilmezse sezonun tamamlanmasına 3 yarış kala şampiyonluğunu ilan edecek.

-alıntıdır-
* * *
Görüldüğü üzere başarının ardında yine büyük çileler saklı. Kolay yolla elde edilen hiçbir zaman değerli olmayacak. Büyük başarılar ise kolay olmayacak.

27 Eylül 2010 Pazartesi

BABA MİRASI


Çocukluğumuzun vazgeçilmezidir uçurtmamız. Gökyüzüne attığımız imzadır o, bayrak gibidir. Bizimdir, bizi temsil eder. Kim iyi yapmışsa, ya da kim iyi uçurmayı biliyorsa onu temsil eder. Çoğumuz babasından öğrenmiştir, bilmiyorum benim öyle oldu. Babanızın size uçurtma yapıp sizinle gelerek onu uçurması da ilginçtir hani. Size bu işi mi öğretiyor yoksa bunun bahanesiyle kendi de çocukluğuna mı dönüyor orası tartışılır bence. Yapımı da masrafsızdır. Ne olacak çıta bulamazsan in dereye birkaç kamış kes, o daha da iyidir zaten malzeme hafif olur. Kaplık bulamazsak onun yerine bir poşet keseriz, ipliğini de annemizin oya kutusundan bir naylon ip kaçırarak hallederiz tamamdır. Günümüzde kaç çocuk uçurtma uçurur acaba, ya da kaç çocuğa babası bunu öğretir.
Olay sadece bir cismi havada gezdirmek midir sizce? Bence değildir. Özgürlüğün tadı vardır bunda. Size ait bir şeyi göklere çıkarıp onu gösterme çabası vardır. Hani yüksektekiler değerlidir ya, onu arama çabası vardır. İpinin önemi de ayrıdır. İp sağlam olmalı, ip kopunca düşünün her şey bir anda altüst olur. Hem ip sağlam olacak, hem tutmasını bileceksin. Yoksa özgürlüğün tadı kaçar.
İnşallah bu değerli mirası çocuklarımıza aktarma imkanı buluruz.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey


İlk Milli Şehit...
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey; (sonradan Şehit Kemal Bey diye anılacaktır)
1. Dünya Savaşı sonrasındaki Mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul'unda, işgal güçlerinin, Ermeni azınlığın ve bir kısım bürokrasinin işbirliği ile 1. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni tehcirleri esnasında yaşananlar için bir sorumlu (veya "günah keçisi") arayışına girdikleri bir dönemde yargılanarak idam edilmiş bir mülki amirdir. T.B.M.M.'nin 14 Ekim 1922'de çıkardığı özel bir kanunla ilk 'Milli Şehit' ilan edilmiş, ve zaman içinde, zor şartlarda görev yapan yerel mülki amirin sembolü ve kahramanı haline gelmiştir. Bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Yenişehir'de doğmuş ve 1. Dünya Savaşı yıllarında Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olmuştur. Kemal Bey, Ermeni tehcirinde görevini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu iddiasıyla, idamla yargılanmıştır. İşgal şartlarında cereyan eden mahkemede, çoğunluğunu Ermeni komitecilerin teşkil ettiği ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin ve Rum-Ermeni Şubesinin temin ettiği birçok yalancı şahit çıkarılarak, akıl ve mantığın kabul etmediği bir sürü suç uydurulmuştur. Mahkemede sanık sandalyesinde bulunan ve avukatlığını Saadettin Ferit Bey’in yaptığı Kemal Bey'in savunması ise tarihe geçmiştir: “Düne kadar hâkimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz. Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarının ve soydaşlarının matemi Müslümanların yüreklerinin sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise, Rus Ordularının kâh önüne geçerek, kâh arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. Yozgat Vilayeti dâhilinde sevk edilen bazı Ermeni - Muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri facialara şahit olmuş, bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dâhilindedir. Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla iddia makamının da isteği üzerine, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban, ben olamam. Siz kurban seçmekte değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa, herhalde bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir.” Getirilen şahitlere ise şu şekilde cevap vermiştir: “Hepsi yalandır, uydurmadır. Reis Paşa, ben ne bunların söyledikleri Keller köyüne gittim ne de oradan geçtim. Burada vuku bulduğunu iddia ettikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek; rica ederim. Bu vahşeti kim yapar? Bu derece şem’i bir işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen, birini ispat edemezler. Çünkü hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilemem. Fakat bu ana kadar bu mevzuda hiç bir şikâyetçi gelmemiştir. İlk defa burada Mahkeme huzurunda bu şikâyetlerle karşılaşıyorum.” Mahkeme bu şekilde devam ederken, İngilizler ve Ermeniler Kemal Bey’in asılması için Mahkeme Başkanı Hayret Paşa’ya baskı yaptıklarından, Hayret Paşa istifa etmiş yerine “Nemrut” lakabıyla anılan Mustafa Paşa getirilmiştir. Mahkeme sonradan bu hâkimin adı ile özdeşleşecek ve "Nemrut Mustafa Divanı" şeklinde hafızalarda kalacaktır. Nemrut Mustafa önceden verilmiş bir emri yerine getiren bir memur tavrıyla mahkemeyi sonuçlandırarak 8 Nisan 1919’da Kemal Bey’i idama mahkûm eder. Önceden hazırlanmış olan bu idam kararı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Padişah VI. Mehmet Vahdettin, “Damat Ferit Paşa Millet ile Padişah arasına siyah bir perde çekti” diyerek, bu kararı imzalamaz. “İş intikam ve bilahare mukatale şeklini alabilir. Yolun şimdiden önünü kesmek üzere fetva-yı şerife talebine mecbur oldum” der. Seyhülislam Mustafa Sabri “Divan-Harb-ı Örfi tarafından idama mahkum edilen Kemal’ın mahkemesi hak ve adle muvafık bir surette icra edilmiş olduğu takdirde, hakkında sadır olan hükm-i idamın derun-i varakada muharrer fetva ve mükul-i şer’iyeye muvafık olduğu veraste-i arzdır” şeklinde bir fetva verir. Cezası infaz edilmek üzere İstanbul’a getirilmiş olan Mehmet Bey, Bekirağa Bölüğü’nden alınarak cezasının infaz edileceği yer olan Beyazıt Meydanı’na getirilir. Kemal Bey’in asılacağını duyan İstanbullular Beyazıt Meydanı’ndan toplanırlar. Kemal Bey’e idam sehpasının önünde son sözünü ne olduğunda, o halka şöyle der: “Sevgili vatandaşlarım, Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum. Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet” Kemal Bey’in bu sözlerine katılan halk da aynen cevap vererek, “Kahrolsun böyle adalet” diye bağırmaya başlamışlardır. Kemal Bey, bu son sözlerine devam ederek: “Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin. Âmin. Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet...” Kemal Bey’in idam hadisesi, İngilizlerin hiç beklemediği şekilde büyük tepki ile karşılanır. Kemal Bey’in cenazesi vasiyeti üzerine, Kadıköy Kuşdili Çayırı’ndaki oğlunun mezarı yanına gömülmesi için, ailesine teslim edilir. Kadıköy’de büyük bir cenaze töreni yapılır. Tabut, Karaköy İtfaiye Karakolu önünden geçerken bir manga asker bayrağı yarıya indirerek selam durur. Alışılmışın dışında, tabut eller üzerinde defnedileceği yere kadar götürülerek, 10 Nisan 1919 Perşembe günü akşamüzeri toprağa verilir. Kemal Bey’in üzerinde çıkan vasiyeti tarihe bir belge olarak kalacaktır. “Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayır’ndaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir. Adı İsmet Hanım’dır. Defin masrafı teyzeme tevdi buyrulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha. Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum. Türk Milleti ebediyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır.” (30 Mart 1335 Boğazlıyan Kaymakam - Sabıkı Kemal) Türk milleti onu unutmamıştır. T.B.M.M. 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir kanunla “Milli Şehit” olarak kabul etmiştir. Birinci dünya savaşı sırasında Boğazlıyan’da kaymakam olarak görev yapan kişidir. Mütareke olunca, Ermenilere zulüm yaptığı iddiası ve işgalci İngiliz-Fransız makamlarının baskısı ile haksız yere idam edilmiştir. İlk yargılanmasında beraat ettiği halde dış güçlerin baskısı sonucunda ikinci kez yargılanması istenmiştir. İdamına karar verilmiştir.(19 nisan 1919). O zaman Bekirağa Bölüğü olarak geçen şimdiki İstanbul üniversitesinin meşhur kapısı önünde idam edilmiştir. Milli şehit Kemal Bey'e son sözü soruldu. 0 zaman, Kemal Bey, halka hitap etti: Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum, aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet' Her şeyden habersiz, tutuklu olan oğluna yemek getiren babası Arif Bey meydandaki kalabalığı görünce merak eder ve oraya gider. — Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?
— Bir adam asıldı, ona bakıyoruz. Bu cevabı duyan Arif Bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı. Sehpada sallanan, oğlu Kemal Bey'in cesediydi. Bir feryat kopararak yığıldı. İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan merkez kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif Bey'in perişan halini görünce sordu:
— Kimsiniz?
— Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıktı:
— Babasıyım...
Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:
— Emriniz?
— Evladımı bana veriniz! Bu isteği yerine getirildi ve oğlunun cesedi kendisine teslim edildi. Ertesi gün cenazesi çok kalabalıktı. İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle okumuş ve aydın gençler çok üzüntülüydü. Gençler, üzerinde Türklerin büyük şehidi Kemal Bey yazılı çelenk bırakmıştı. Cenazenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler: Kemal! Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. Orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akıbete layık görenlerin hepsini paramparça edecektir. İntikamın behemehal alınacaktır. Kemal Beyin vasiyeti: "Fertler ölür, millet yaşar. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna fatiha!" Kemal Bey'in hatırası millî vicdanda unutulmadı. T.B.M.M. Kuşdili'nde 14 Ekim 1922'de çıkardığı özel bir kanunla, kendisini "milli şehit" olarak kabul etti. Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "kaymakam Kemal Bey Mahallesi" adı verildi. Aynı kasabada 1972'de Kemal Bey'in adını taşıyan bir ilkokul açıldı. Başöğretmenin odasında "millî şehit’in resmi asılıdır. Kemal Bey'in kabri mülkiyeliler birliği tarafından yaptırıldı. Adına "anıt-mezar" denildi. 15 Aralık 1973 günü mezar sade bir törenle açıldı. Kemal bey, Türk'ün hafızasında Ermeni komitacılığının zulmüne isyan sembolü olarak yaşadı, yaşayacak...

-Alıntıdır-

5 Eylül 2010 Pazar

KÖROĞLU EFSANESİ

Bolu beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öc alacağını söyler.Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer. Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgar gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur .O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş pir babayiğittir.Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı götür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf' un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar .Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar .Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de, bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel'de geçen kervanlardan haraç alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlat edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçır'ır, evlenirler. Aradan yıllar geçer, Bolu'yu basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na karşı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka sôylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikayesi sona erer.KÖROĞLU ünlü bir destana konu olmuş bir halk kahramanıdır. Bu isimde XVI. yüzyılda yaşamış bir halk şairi de vardır. Ama tarihî kişiliği bilinemeyen, asıl Köroğlu, XVII. yüzyılda Bolu havalisinde yaşamış, sonradan ünü bütün Anadolu'ya yayılmıştır. Babası da Bolu beyi tarafından gözlerine mil çektirilerek cezalandırıldığı için Köroğlu diye tanınmıştır. Zulme karşı ayaklanarak halkın hakkını koruması, onu destansı bir kahraman haline getirir. XVII. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde merkeze bağlı olmayan teşkilâtın iyice meydana çıktığı, buna karşılık, saraya bağlı, sadrâzama bağlı beylerin, valilerin de yer yer başlarına buyruk olarak halka zulmedebildikleri bir devirdir. İşte böyle bir devirde Bolu Beyi Süleyman Bey, kendisine bunca yıl hizmet etmiş seyislerinden birine fena halde kızarak gözlerine mil çekilmesini emretmişti. Bolu Bey'i son derece katı yürekli, zalim bir adamdı. Her ne kadar kendisini sevenler araya girdilerse de dediğinden dönmedi. Buyruğunu vaktinde yerine getirmemiş olan zavallı seyisin gözleri kör edildi ve sıska bir ata bindirilerek kaleden dışarı atıldı. Yaralı seyis at sırtında yolda kalınca sesini çok iyi tanıyan atının kulağına eğildi ve:
– Dünya bana zindan oldu, beni köyüme götür... dedi. Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler, sonunda seyisin köyüne vardılar. Uzaktan at sırtında yığılı babacığının geldiğini gören on beş yaşındaki oğlu, ermiş yetmiş bir insan gibi onun ızdırabını anladı, koşup attan indirdi, anasının yanına getirdi. Seyis olanları “Hal ve keyfiyet böyle böyle” diye bir bir anlattı, oğulcuğundan öcünün alınmasını vasiyet ederek oracıkta ruhunu teslim etti. Köroğlu, on beş yaşında ata bindi. Babasına verilen kır at canlandı, sıskalığı gitti, şahbaz bir hayvan oldu. Köroğlu, atına atladığı gibi dağlara çıktı. Kılıç kuşandı. Babasının intikamını almak üzere ant içti. Yolda rastladığı bir çobanın sazını alarak terkisine asmıştı. Kime rastlasa hayvanını durdurur, sazını eline alır, tıngırdatarak Bolu Beyinin zulmünü anlatırdı. Her yerde aradığı bu zâlim adama günün birinde rastlayacağını biliyordu. Giderek hayvanı rüzgâr kesildi. Nerede bir yolsuzluk olsa köylü Köroğlu'na haber salardı. O da gelir, ortalığı düzene kordu. Bir gün Çamlıbel'de konaklamıştı. Bir kervancının, yolcularından bir genç adamı soyup döverek uçuruma attığını gördü. Bir kılıçta kervancının başını uçurdu. Öteki adamlar kendisine hayır dua ettiler. Uçurumdan çıkardığı genç yolcu ise: “Hayatımı kurtardın, gayri ben senin kulun kölenim” dedi. Köroğlu onun adının Ayvaz olduğunu, kervanın da Bolu, Beyine yük götürdüğünü öğrenince Ayvaz'ı yanına aldı. Beraber yola çıktılar. Bir Köroğlu, bir Ayvaz, etrafı kasıp kavuran, fakir köylüyü haraca kesen zâlim Bolu Bey'ini bulmaya çıktılar. Şehre yaklaştıkları sırada bir kale vardı. Sabahın bir vaktinde kale mazgallarından hazin bir şarkı duydular. Bu şarkıyla bir genç kız kendisinin Bolu Beyi'nin kızı olduğunu, babasının sırf kimseyi sevmesin diye kendisini oraya kapadığını göz yaşları içinde anlatıyordu. Köroğlu sazı eline aldı, kıza sabırlı olmasını, dönüşte kendisini kurtaracağını söyledi. Bolu'ya vardıklarında büyük bir alana halk toplanmıştı. Şenlikler yapılıyordu. Köroğlu elbise değiştirerek pehlivanlar arasına katıldı. Bir bir hepsini alt etti. Sonunda Bolu Bey'i huzuruna çağırttı onu ve: – Bre pehlivan, sen kimsin? Seni muhafızlarıma bey yaptım...dedi. Köroğlu da: “İşte ben o gözlerini kör ettirdiğin seyisin oğluyum” diyerek kılıcını çaldığı gibi herkesin dehşet dolu bakışları önünde Bolu beyinin kellesini uçurdu ve halkı bir zâlimden kurtardı. Ondan sonra hemen Ayvaz'ı gönderip kaleden Beyin kızını getirdi. Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle kendine nikâhladı. O tarihten sonra Bolu Bey'i olarak halka adaletle muamele etti. Onun şu sözleri yüzyıllar boyu dilden dile dolaşmıştır:

Bizden selâm olsun Bolu Beyi'ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından, kalkan sesinden
Dağlar sada verip seslenmelidir
***
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır.
***
Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
At kişnemesinden kargı sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir
***
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icad oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır
***
Köroğlu düşer mi eski şanından
Ayırır çoğunu er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çevre dolup şalvar ıslanmalıdır
**************
Kimisi pınar başında
Kimisi yolun dışında
Al giyen onbeş yaşında
İlle mavili mavili
***
Kimisi dağlarda gezer
Kimisi incisin dizer
Al giyen bağrımı ezer
İlle mavili mavili
***
Kimisi odun devşirir
Kimisi kahvesini pişirir
Al giyen aklım şaşırır
İlle mavili mavili
***
Köroğluyum derki’n olacak
Takdir yerini bulacak
Mavili benim olacak
İlle mavili mavili
- Alıntıdır-

23 Ocak 2010 Cumartesi

TARİH TEKERRÜR EDİYOR


BİLGE KAĞAN 'IN SESLENİŞİ (Orkun kitabelerinden)
Ey Türk milleti!
Ben ki Tanrı'nın izniyle tahta oturmuş Türk Bilge Kağan. Sözümü sonuna kadar dinle...Milletim: Bu sözümü iyice işit.... iyice dinle...Üstte mavi gök, allta kara yer yaratıldığında ikisi arasına insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlu üstünde atalarım Bumin Kağan, İstemi Kağan Hükümdar olmuş. Türk milletinin ilini tutmuş töresini düzenlemişler... Ordu yürütüp dört bir yandaki başlıya baş eğdirmiş dizliye diz çöktürmüş...Çin milleti ile komşu olmuşlar. Altını, gümüşü, ipekliyi sıkıntısızca veren Çinlinin sözü tatlı ipeklisi yumuşak imiş... Bunlarla uzak kavimleri kendisine yaklaştırır, sonra kötülük edermiş... Bilge kişiyi, yiğit kişiyi sevmez, yürütmezmiş...Türk milleti varlığa, tokluğa ve rahata alışıksın. Böyle olduğu için boş tatlı sözlere kanıp Kağanının, Beyinin sözünü beklemeden her yere gittin, aldandın, aldatıldın, böyle olunca oralarda hep mahvoldun... İtaatsizliğin yüzünden seni kalkındırmış Kağanına ve eline kendin kötülük getirdin, kendin yanıldın...İyice düşün:Silahlılar gelip seni nasıl dağıttılar mızraklılar gelip seni nasıl sürdüler.Mukaddes Ötüken ormanının milleti dağıldın...Doğuya giden gitti, batıya giden gitti.Gittiğin yerde kanın su gibi aktı, kemiğin dağ gibi yattı. Bey olacak erkek evladın köle, hanım olacak kız evladın cariye oldu. Kocamışlara , bilgelere itaatsizligin yüzünden...Tahta oturduğumda; şuraya buraya dağılmış olan milletim ölüp biterek yaya ve çıplak olarak geri geldi. Milletimin adı yok olmasın; Töre yok olmasın diye, gündüz oturmadım gece uyumadım.Gözden yaş gelse önleyerek, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm.İyice düşündüm.Milletimi kalkındırayım, besleyeyim diye kuzeye, güneye ve doğuya on iki büyük sefer yaptım, savaştım. Ondan sonra Tanrı bağışlasın; talihim ve kısmetim varolduğu için Ötükeni il tuttum.Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Yoksul milleti zengin kıldım. Az milleti çoğalttım. Artık kötülük yok....Ve Türk Kağanı Mukaddes Ötüken Ormanı' nda oturdukça ülkede sıkıntı olmayacak, töre yaşayacak..Üstte Gök Basmasa Allta Yer Delinmese Senin ilini ve Töreni Kim Bozabilir?EY TÜRK TİTRE ve KENDİNE DÖN!..

--alıntıdır--

Bilge Kağan adeta bu gün bize sesleniyor değil mi? Yaşanılanlar bugünden pek de farklı sayılmaz. Rahatı seven bir millet, gafleti alışkanlık haline getirmiş bir millet olmamız eskiden beri varolan yumuşak karnımız olsa gerek. Demek ki akıllanmıyoruz. Yaşanılanları sürekli unutuyoruz ki aynı tuzağa düşüyoruz. Allah bizi bilge bir millet etsin, Bilge Kağanları eksik etmesin.

"Amin"

21 Aralık 2009 Pazartesi

KARDEŞLİĞİMİZİN MÜHÜRÜ OLSUN




Nerimanov'dan Türk Kurtuluş Savaşı'na destek:


Nerimanov'un iktidarı ele aldığı günlerde (Mayıs 1920) Türkiye Kurtuluş Savaşı'nı başlatmış, en sıkıntılı günlerini yaşıyordu. Ordusu dağıtılmış, silahlarına el konulmuş, tersanelerine girilmiş, adeta eli kolu bağlanmış, boyun eğmesi bekleniyordu. Bu şartlar altında Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlatan kadro, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere her türlü yolu deniyor ve bir çıkış noktası arıyordu. Mustafa Kemal Paşa, 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa'ya yazdığı bir mektupta "Devlette hiç para kalmadı. Şu anda içeride para temin edebileceğimiz bir kaynak da yok. Başka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan hükümetinden borç para alınmasını temin etmenizi rica ederim" diyordu. Kazım Karabekir Paşa, isteği Azerbaycan hükümetine iletti. Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükümeti arasındaki ilk resmi temastı. Nerimanov'dan Atatürk'e: "Başka kurtuluş yolu yok" Nerimanov, 19 Ağustos 1920 tarihinde TBMM başkanlığına bir mektup gönderdi. Nerimanov bu mektubunda, "...Başka kurtuluş yolu yoktur. Müslüman komünistleri sizin amacınıza ulaşmanız için tüm güçleriyle yanınızda olacaklardır. Aksi taktirde ne sizin için ne de bütün doğu milletleri için kurtuluş yolu kalmayacaktır." diyordu. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 2, shf.430) Sağlanan bu ilk resmi temastan sonra Atatürk'le Nerimanov arasında son derece manevi yakınlık, dostluk ve kardeşlik ilişkileri kuruldu. Bu manevi yakınlık Nerimanov'un Türk Kurtuluş Savaşı'na özel bir dikkatle eğilmesine, diplomatik yollarla ve ekonomik araçlarla Türk Kurtuluş Savaşı'na destek vermesine zemin hazırladı. Kurulan bu ilişki TBMM hükümeti için çok önemliydi. Çünkü Batılı emperyalistlerle savaş halinde bulunan TBMM hükümetini Batılıların korkusundan hiçbir ülke tanımıyordu. Savaşın yürütülmesi için acil paraya ihtiyaç vardı. Bu ilişki, bu iki önemli hususun kısa zamanda çözümü için ilk basamak olabilirdi. TBMM hükümeti derhal faaliyete geçti. 1920 yılının Ağustos ayında TBMM hükümetinin ilk büyükelçisi yazar Memduh Şevket Bey (Esendal) Bakü'ye gönderildi. 1921 yılı Ekim ayında da Azerbaycan'ın ilk büyükelçisi İbrahim Abilov Ankara'ya geldi. Bu durum Ankara'da büyük bir sevincin yaşanmasına sebep oldu. Büyükelçilik binasının açılışında Mustafa Kemal Paşa, Azerbaycan bayrağını bizzat göndere çekti ve kısa bir konuşma yaptı. Mustafa Kemal Paşa bu konuşmasında "Milli sınırlarımız içerisinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz... Milletimiz bu isteğimizin kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti tarafından kabul edilmesinden büyük mutluluk duyuyor. Anadolu halkı Azeri kardeşlerinin gönlünün kendilerinden yana olduğunu biliyor." diyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1921 yılında Moskova'ya ikinci TBMM temsilci heyetini göndermeye karar verir. Yusuf Kemal (Tengirşenk), Ali Fuat (Cebesoy), ve Rıza Nur'dan oluşan heyete, önce Bakü'ye gitmelerini, Nerimanov'la görüşmelerini tavsiye eder. Heyet Bakü'ye gelir. Nerimanov'la görüşür. Nerimanov onlara bazı tavsiyelerde bulunur ve görünen o ki, ikinci adam Stalin'dir. Lenin'le görüşemezseniz, mutlaka Stalin'i talep edin der. Yanlarına çok güvendiği Behbud Şahtanski'yi verir. Bu arada Nerimanov, Lenin'e bir mektup yazar. TBMM heyeti Moskova'ya gitti. Lenin ağır hasta olduğu için onunla görüşemedi. Fakat Nerimanov'un önerisi üzerine Stalin ile görüştüler. Amaçlarına tam olarak ulaşamasalar da isteklerinin çok büyük bir kısmını alarak Ankara'ya döndüler. Dr. Rıza Nur, "Moskova-Sakarya Hatıraları" adlı eserinde hiçbir dış devlet tarafından tanınmayan TBMM hükümetinin Sovyetler tarafından tanınmasını, Nahçıvan meselesinin çözülmesini ve borç para alınmasını başarı olarak yazıyor. Şüphesiz ki böyle bir netice alınmasında Nerimanov'un payı oldukça yüksekti. Lenin'e yazdığı mektup, daha sonraki girişimleri bu başarılı sonucun alınmasında önemli yere sahiptiler. Azerbaycan'dan Türkiye'ye uzanan kardeş eli: 1921 yılı içinde Nerimanov'un şahsi emri ile Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mirza Davut Hüseyinov, kazanılan Birinci-İkinci İnönü Savaşları münasebetiyle çektiği telgrafta "...Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz." diyor ve bu büyük zaferlerin şerefine Azerbaycan halkının yardım için 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern kerosin gönderdiğini bildiriyordu. Aynı yılın Mayıs ayında Azerbaycan devleti, TBMM hükümetine 62 sistern petrol gönderdi ve bundan sonra savaş bitinceye kadar aynı değerde petrol ve üç vagon dolusu kerosin göndermeyi taahhüt etti. Bu taahhüdün dışında 1922 yılında Batum yolu ile Azerbaycan dokuz bin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin gönderdi. Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında Nerimanov'a bir mektup yazarak borç para talep etmişti. Bu mektubu 17 Mart 1921 günü büyükelçi Nerimanov'a ulaştırdı. Nerimanov, derhal 500 kg. altın gönderdi. Bunun 200 kg. devlet bütçesine, kalanı ise mühimmat ve silah için kullanıldı. Daha sonra Nerimanov Rusya'dan aldığı 10 milyon altın rubleyi Ankara'ya gönderdi. Bu yardımlarla savaş içindeki ülkenin durumunda belirgin bir düzelme oldu. 23 Mart 1921'de Azerbaycan hükümeti talep etmediği halde Türkiye'ye Azerbaycan halkının hediyesi olarak 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern yağ gönderdi. Nerimanov, Mustafa Kemal Paşa'nın yazdığı mektuba yazdığı cevabi mektubunda her gün kazanılan başarılarla Türk halkının emperyalizmden kurtulma günlerinin yaklaştığını, bu yüzden kahraman Türk halkını kutladığını yazıyor ve sonra ilave ediyordu; "Paşam, bizim Türk milletinde kardeş kardeşe borç vermez. Kardeş, her zaman kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız ve tutmaya devam edeceğiz."
- Alıntıdır-
(A. Şemseddinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Sovyetler Birliği Alâkaları, shf.66)

9 Aralık 2009 Çarşamba

KOMPLEKSLİYİZ


Neden mi? Özgüvenimiz yok. Bir şey yapmaya kalksak biri çıkar ve der ki:
“Bırak ya yapamazsın, olmaz, gücün yetmez, paran yetmez, yaptırtmazlar, boş versene, hadi ordan sen de adam, geç bu ayakları, dünyayı sen mi kurtaracan” Haydaaaaaa….
Gel de işe başla. En çok da ailemiz ve arkadaş çevremiz söyler bunları. Hemen olumsuzluklar ve zorluklar göz önüne getirilir. Zaten yenik başlamışsınızdır maça. Maça girmenin anlamı kalmamıştır. Çocuğu yetiştirirken ne yapıyor ailelerimiz? “Aman evlat şuna karışma, buna karışma, boş ver, şunu yapma, bunu yapma” Sözler engel olucu, çocuğun ufkunu açıcı değil.
Çocuk hayata çekingen başlıyor. Bir şey yapmaktan çekiniyor. "Elin oğlu yapıyor ama biz yapamayız" diyor. Bunu beynine işliyor. Özgüven sıfır. Kendine ait bir konuşma şekli yok, giyim tarzı yok, düşünce sistemi yok, yaşama şekli yok. Millet olarak da böyleyiz. Türk milletiyiz diyoruz ama Türklüğümüze ait neyimiz kaldı. Halk müziğimizi pop-rock yaptık, güzel halk oyunlarımızı kendi yörelerimizde bile oynamaz olduk, dilimizi yozlaştırdık, tipimizi yozlaştırdık, aile kavramını alt üst ettik ve en önemlisi ayakta kalma nedenimizin bu kavramların korunması olacağını unuttuk. Biri ordan diyecek ki “Ya kardeşim güzel diyorsun da dünya globalleşiyor.” Düşünelim bakalım kim globalleşiyor. O yüzden mi Avrupa’da minarelerin kaldırılması söz konusu oldu.
Diyorum ki önce kendi gücümüzün farkına varalım ve özgüvenle yola çıkalım ve kahrolası aşağılık kompleksinden kurtulalım.

5 Aralık 2009 Cumartesi

GÜL GONCA İKEN GÜZEL

Gül bizlere gönül sarayını fethetmiş güzel bir dilberi anımsatır. Ona seslenirken “gülüm” , “gül yüzlüm”, “gül kokulum” deriz. Gül güzel kokar, güzel görünür, temizdir. Dikeni de olsa razıdır gönüller onu taşımaya, değerlidir.
En büyük kavgaları bir dal gül çözebilir. Sevdiğimize kendimizi anlatamazsak bir gül veririz, her şeyi o anlatıverir.
İsmi de ne güzeldir değil mi?.”Gül” deyince iki şey akla gelir biri çiçek, biri de gülmek. Sevgili gülümüzdür, gülümüz de sevgilimiz.
Derler ya “Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür “diye. Gerçekten de öyledir. Bıçak yüzü kadar soğuk ve keskin bir delikanlının bile gözyaşlarını akıtıverir. Çok açılsa gözden düşer, kapalı olsa göze hitap etmez. Dedik ya “gül gonca iken güzeldir”.

3 Aralık 2009 Perşembe

YOLSUL MU, CAHİL Mİ?


Bir milleti zayıf mı görmek istiyorsunuz? Her dediğinizi yaptırmak mı istiyorsunuz? Formülü çok basit. Ya yoksul bırakacaksın ya da cahil. Tabi yapabiliyorsan her ikisini de uygulayacaksın. O zaman daha etkili olacaktır.

Çevremizi ve kendimizi gözlemleyelim. Büyük çoğunluk geçiminin derdinde velhasıl geçim derdi birinci sırada. Fakat insanımızın yaşamı geçinme derdiyle mi tamamlanacak? Acıdır ki birçoğu hayata gözlerini bu dertle yummuş. Etrafı denizlerle çevrili ülkemizde deniz yüzü görmeden ölen o kadar çok insan var ki.

Zamanımız boşu boşuna kuyruklarda, resmi evraklarda, tv başında, stadyumlarda veyahut kahve köşelerinde geçiyor. Adamlar kolayı zorlaştırmış, çalışkanı tembelleştirmiş.
Dar gelirli bir ailenin yaşam koşullarını ele alalım. Baba parayı zor kazanıyor. Daha çok kazanmak için eve geç geliyor. Dolayısıyla karısı ve çocuklarıyla yeterince ilgilenemiyor. Kadın sevgiye, evlat şefkate muhtaç. Bu da aile bağlarını zayıflatıyor. Kadın kocasını aldatabiliyor. Aileler boşanıyor. Çocuklar ise şefkati yanlış yerlerde arayabiliyor. Çocukla yeterince ilgilenilmediği için okuma problemi yaşıyor. Belki bir bilim dalında çok yetenekli fakat yanlış yönlendirildiği için başarısız oluyor.
Kişi fakir olunca yasal olmayan yollar mecburen meşrulaşmaya başlıyor. Hırsızlık, fuhuş, dolandırıcılık vs. hepsi kendiliğinden artıyor.
Cahillik mi? Zaten çoğumuz cahil. Kitap okumak bizim neyimize. O bizim için çok lüks. Geçim sıkıntısı kafamızı meşgul ederken, o kafayla bir de kitap mı okuyalım. Okusak çok farklı olacak ama ne yapalım şartlar böyle. (Bahane üretmeyi severiz.)

Sonuç: Sisteme dahil olmak için ya yoksul ya cahil olacağız ya da her ikisi.Bu iki yaramıza merhem bulmadan ülkemizi düzgün hale getiremeyiz. Ne yapalım temennimiz olsun

25 Kasım 2009 Çarşamba

AMCA LAFINI ÇEKMEMİŞ



Kıymetli bir dostum başından geçen bi olayı anlatmıştı, ben de sizle paylaşayım. Bizim dost birgün otobüse biner. Otobüste bir grup genç kız yüksek sesle gülüşüp şakalaşır. Toplu bir yer olunca bu da biraz sırıtır ve hoş karşılanmaz. Ekşimiş suratlar kızlara çevrilir. Otobüsteki yaşlı bir amcanın sözleri düşündürücüdür:
-Şu hale bak. Mustafa Kemal’ i, Fatih Sultan Mehmet’ i bunlar mı doğuracak.
Tabi kızlar mahcup bir şekilde susarlar.

23 Kasım 2009 Pazartesi

KARDEŞLİĞİN TÜRKÜSÜ


ÇIRPINIRDI KARADENİZ

Çırpınırdı karadeniz
Bakıp Türk’ ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşebilsem toprağına

Sırmalar sarsam koluna
İnciler dizsem yoluna
Fırtınalar dursun yana
Yol ver Türk’ ün bayrağına

Ayrı düştüm dost elinden
Yıllar var ki çarpar sinem
Vefalı Türk geldi yine
Selam Türk’ ün bayrağına

Kafkaslar’ dan esen yeller
Şimdi sana selam söyler
Olsun bütün turan eller
Kurban Türk’ ün bayrağına

Kafkaslar’ dan aşacağız
Türk’ lüğe şan katacağız
Türk’ ün şanlı bayrağını
Turanele dikeceğiz.

1918 yılında Bakü, Ermeni ve Bolşevikler tarafından işgal edilmiş ve şehirde yaşayan halka katliam yapılıyordu. 28 Mayıs 1918 tarihinde Azerbaycan'ın Gence şehrinde kurulan yeni Azerbaycan Cumhuriyeti'nin yardım istemesi üzerine, Enver Paşa'nın kardeşi Nuri Paşa komutasındaki 20 bin kişilik ordu, Gence ve Şamahı üzerinden Bakü'ye hareket ettiler. 15 Eylül 1918'de,kurban bayramı sabahı Osmanlı Ordusu Bakü'ye girdi.
Bakü'nün işgalden kurtarılması sırasında 1130 asker şehit olur. (Bugün de söz konusu Osmanlı askerleri için Bakü'de Türk şehitliği bulunmaktadır.)Bu olay üzerine Azeri şair Ahmet Cevad Azeriler’ in duyduğu sevgi ve minneti kaleme alır. Şiir Üzeyir Hacıbeyli tarafından bestelenir.
-alıntıdır-
Azeriler bizim öz kardeşimizdir. Birileri yapay husumet tohumları ekseler de bizim tarlalarımızda filizlenmeyecektir. TÜRK milleti var olsun.

22 Kasım 2009 Pazar

Felek kimine kavun yedirir, kimine kelek.




Yaklaşık 7-8 sene önce pazardan bir İsrail kavunu almıştık. Lezzeti, kokusu ve rengi çok hoşumuza gitti. “Şunun çekirdeğini ayıralım da seneye ekelim”dedik. Neyse vakti geldi ektik. Bitki gövdesi gayet güzel bir şekilde büyüdü ve iyi bir şekilde döl verimi oldu. Kelekler büyüdü. Olgunlaşmasını bekliyoz. Bekle ki olgunlaşsın. Bir türlü olmuyor. Kesiyoruz; acımsı limon tuzu gibi bir tat sözkonusu. Ben de daha önceden İsraillilerin tohumların genetik yapısını değiştirdiklerini ve öyle pazara sunduklarını duymuştum. Yani bir sene satın alınıp ekilen tohumun meyvesinden alınmış tohum ertesi sene vermiyomuş. Yaşayarak öğrenmiş olduk ama emekler boşa gitti tabi. Adamlar uyanık böyle bir teknolojiyle kendilerine bir pazar oluşturuyorlar. İşin bizim açımızdan kötü yanı; bitkiyi yetiştiriyosun tam olgunlaşmasını bekliyosun olmuyor. Çekilen emek, boşa giden zaman ve maddi zarar. Yani belki isteseler bitki en başından büyümez ve fazla zarar vermez şekilde genetik şifreyi ayarlayabilirler. Ama bu da bir strateji olsa gerek. (Bu durumun günümüzde bahsedilen GDO meselesiyle alakası olabilir. )
Çölün ortasında dünyanın en teknolojik tarımını yapan adamların çalışkanlığına bakıp imrenmemek elde değil.

ORTA ASYA’DAN İZLER



Birgün evde ay tutulmasından laf açıldı. Babam dedi ki “oğlum biz küçükken ay tutulmasında kaşlara (kaş: eski kerpiç binaların çatısı) çıkardık ve teneke çalardık”. O gün düşünmüş ve anlam verememiştim ta ki gök tanrı inancını okuyana kadar. Gök tanrı inancında ay tutulmasının kötü ruhlar tarafından meydana geldiğine inanılırmış. Bu kötü ruhları kovmak için de gürültü yaparak defetmeye çalışılırmış. Bugün de Anadolu da bazı yörelerde ay tutulmasında silah atılırmış.
Aşağıdaki alıntı bu durumu şöyle açıklıyor:
-Yakut Türkleri ay tutulmasını ayın küçülmesi olarak yorumlamakta, bu küçülmenin ayın kurtlar ve ayılar tarafından yenmesinden kaynaklandığını düşünmektedirler. Altaylılar ise ay tutulmasının “Yelbegen” isimli yedi başlı bir canavarın ayı yemesi sonucu oluştuğuna inanmaktadırlar. Orta Asya’da bu yaratıkları korkutup kaçırmak ve ayı kurtarmak için de havaya taş atılmakta ve gürültü yapılmaktadır.
Bu inanışın devamı olarak bugün de Anadolu’da ay tutulması sırasında havaya silâh sıkılır, teneke çalınır ve gürültü yapılır.-
Orta asya kültüründen batıl bir kalıntı bugünlere gelmiş ve farkına varmamışız.